Muhabir Hemingway İstanbul’dan Kurtuluş Savaşını Bildiriyor

Yayın Tarihi: 4 Mart 2024
Toplam Okunma: 338
Okuma süresi: 17,2 dakika

Oğuz Makal

Ernest Hemingway 30 Eylül 1922 günü Kanada’da yayım yapan Toronto Daily Star gazetesinin muhabiri olarak, zaferle biten Türk Kurtuluş savaşının sonuçlarını gözlemleyip anlatmak üzere İşgal altındaki İstanbul’a gelmiştir. Bu yazı Hemingway’in Türkiye’de geçirdiği günleri ve gazeteci olarak izlediği Lozan antlaşmasının izlenimlerini aktarmaktadır.

Yirminci yüzyılın en etkileyici yazarlarından olan kısa öykücülüğün ustası Ernest Hemingway, Toronto Daily Star’da muhabir olarak göreve başlamadan henüz iki yıl önce tarihin önemli olaylarından biri gerçekleşmiştir. 30 Ekim 1918 günü Osmanlı Devleti ile I. Dünya Savaşı’nın galip ülkeleri arasında savaşı sona erdiren Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. 1915’te başlayan ve 326 gün süren saldırılarına karşın Çanakkale’yi geçemeyen Britanya ordusu birlikleri Çanakkale Boğazı’nın iki yakasını işgal etmiş ayrıca Britanya, Fransa, ve Yunanistan savaş gemilerinden oluşan bir filo da İstanbul önünde demirlemişti. İtalyan ordusu Antalya’yı, Yunan ordusu birlikleri ise 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i işgal edecekti. İlk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin ve Albay Fethi Bey “Zito Venizelos!” diye bağırmayı reddettiği için süngülenecekti.

Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu müfettişi olarak Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs günü Samsun’a ayak basmasınının ardından milletin istiklâlini kurtarma amaçlı; Amasya, Erzurum, Sivas, Balıkesir, Alaşehir’de kongreler planlanmıştı. Mustafa Kemal’in telgraf yoluyla kurduğu iletişim ağı sayesinde milli mücadele ruhu kısa zamanda ulusal ölçekte teşkilatlandı. Bu teşkilatlanma Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile çatı bir örgüte dönüştü.

Mustafa Kemal’in, sivil bir önder olarak başkanlığını yaptığı Erzurum ve Sivas Kongresinde alınan kararlar kurtuluş savaşının rotasını çizdi. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşının en uygun Ankara’dan yönetileceği düşüncesiyle 27 Aralık günü şehre giriş yaptı. Ernest Hemingway’in Toronto Star’da muhabir olarak başladığı günlerde Anadolu’da işgalcilere karşı onun ayrıntılarını bilmediği şiddetli direnişler başlamış, Kuvâ-yi Milliye güçleri Fransız ordusu birliklerini Maraş’ı terk etmek zorunda bıraktırmıştı. Ernest Hemingway ülkesinde muhabir olarak görev alırken 16 Mart günü İstanbul’un resmen işgali gerçekleşmişti. Toronto Daily Star gazetesi, 1921 yılında İtalyan ordusu saflarında çarpışan, Avrupa’yı iyi tanıyan ve usta bir yazar olan Ernest Hemingway’den Paris’te muhabirlik yapmasını isteyecekti. Hemingway’in görme bozukluğu nedeniyle orduya alınmayınca ailesine söylediği sözler unutulmamalıdır:

“Buna rağmen bir yolunu bulup Avrupa’ya gideceğim, böyle bir gösteriyi kaçıramam, bizzat içerisinde bulunmam lazım.”

Hemingway, savaş yıllarında İtalya’da ambulans şoförü olarak hizmet vermişti. 8 Temmuz 1918’de görev bölgesine isabet eden bomba sonucu ağır yaralanmıştı. Buna rağmen, yaralı İtalyan askerlerini güvenli bir bölgeye taşımış bu davranışı nedeniyle Gümüş İtalyan Cesaret Madalyası ile ödüllendirilmişti. Hemingway, 25 Eylül 1922’de Paris’ten Corona marka daktilosu elinde Doğu Ekspresi’ne bindi ve ikinci önemli muhabirlik deneyimi için işgal altındaki İstanbul’a geldi. Hemingway’in şehri anlatan sözleri şöyleydi:

“İstanbul, filmlerden anımsadığımız bir karmaşa ve gizem kenti değildi kuşkusuz. Fotoğraflardan ve tablolardan anımsadığımız kent de değildi. Yaklaşan tren penceresinden uzanan kıvrımlı bir doğrultuda, güneşin kavurduğu ağaçsız bölümlere yayılmış bir evrendi. (…) Dört bir yanı denize çıkan bu kentte, denize giren küçük çocukların kıvancını izliyordum. Mavi suların hemen ötesinde kahverengi görünümlü Asya’yla birleşen bir kentti İstanbul.”

      Hemingway İtalyan Ordusunda

İşgal altındaki İstanbul’un kurtuluşunu beklediği günlerde Hemingway trenden inecekti. Ve İstanbul Tepebaşındaki Büyük Londra Oteli’ne yerleşecekti. Hemingway’in gözünden İstanbul’a dair anılar ise bu satırlarla kayda geçti:

“Yokuş benzeri bir caddenin üst bölümüne doğru, mağazaları, bankaları ve lokantaları geçerek ilerliyorduk. Dört yabancı dilde yazılı bar ve gazino tabelalarına adeta dokunur gibi yol alan tramvaylar vardı önümüzde. Askeri otoları dolduran İngiliz ve Fransız askerlerinin durmadan klakson çaldığı caddede, işadamı giysili ve fesli adamlar görünüyordu. Otel, kaldırım taşlarıyla kaplı Pera, yani İstanbul’un Avrupa kesimindeydi. Bir kitaplığı andıran Amerikan Büyükelçiliği binasını geride bırakarak, işgal güçlerinin merkezi olan bir yapıya ulaştık. Sarı renkli İngiliz Büyükelçiliği’nin de yer aldığı bu bölüm, Pera ya da Beyoğlu denilen bir bölümüydü İstanbul’un. Kaldırım taşlarıyla kaplı Pera, İstanbul’un Avrupa kesimiydi. Resmi yapıların hemen hepsi, küçük Amerikan kentlerindeki postane binalarının kesin bir benzeriydi. Romanya ve Ermenistan konsoloslukları önünde, pasaportlarına vize almaya girişenler uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ermeniler, Yahudiler, Romanyalılar, İstanbul’dan kaçmaya hazırdılar. M. Kemal ordularının kente çok yaklaştığı rivayetleri, her yerde duyulan korkulu bir söylentiydi. (…) İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Bu kentte 1,5 milyon insanın yaşadığı sanılıyor. Yağmur yağmadığı zaman İstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera’ya paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından sanki havaya bir toz bulutu yükseliyor. (…) Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyorlar, bir yandan da insanların midesini yakıp kavuran rakılarıyla yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek olanaksız gibi bir şey. (…) İstanbul’da tam 168 resmî izin günü var. Cumaları Müslümanların, cumartesileri Yahudilerin, pazarları da Hristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslümanların ve Rumların hafta içlerinde dinî bayramları var. Yahudilerin dinî bayramları da cabası. Bu yüzden İstanbul’da her delikanlının en büyük emeli, bir punduna getirip banka memuru olmak. (…) Geleneklere uymakta, ayak uydurmakta direnmeyen kişi, İstanbul’da gece saat dokuz oldu mu, yemeğini yiyor. Tiyatrolar saat onda açılıyor. Gece kulüpleri ikide; tabiî gözde olan kulüpler. Adı kötüye çıkmış gece       kulüpleri ise, ancak sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlar. Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yaktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, İstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış. Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast’un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar düşük bir yer. Her milletin ve bütün Müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor.”

Hemingway İstanbul gözlemlerinin yanı sıra, havadisleri de gazetesine aktarmaktaydı. Toronto Daily Star gazetesinde Ernest Hemingway imzasıyla 9 Ekim 1922’de yayımlanan haberin başlığı “Türkler İstanbul yakınlarında” başlığını taşımaktadır:

“Büyük Taarruz ile Yunan ordusunu bozguna uğratan Anadolu’daki Türk ordusu İstanbul’u işgalci güçlerden bir an önce kurtarmaya kararlıdır. (…) Türk süvarileri, Marmara Denizi’nin sağ tarafında, Boğaz yakınlarındaki tarafsız bölgenin içinde yer alan Şile ve Yarmis’e ulaşmış durumda. Yarmis, İstanbul’dan bir günlük yürüyüş mesafesinde. Süvariler aynı bölgedeki Karayakup’a da yaklaşıyor. (…) Gece alınan haberlere göre Türk ordusunun bazı askeri birlikleri dün akşamüstü Boğaz’ın Asya tarafındaki tepelerde yer alan Beykoz yakınlarına geldi. Beykoz, İstanbul’un bir banliyösüdür. İngiliz ordusu Beykoz çevresinde tahkimat yapıyor. (…) Türk ordusuna sık sık öncü birlik olarak eşlik eden düzensiz unsurlarla gerillalar ve haydutlardan oluşan küçük gruplar, İstanbul’un doğusundaki küçük köyler olan Taşköprü, Tavşancıl, Ömerli, Afga ve Armutlu‘da görüldü. Bu yerleşimlerin hepsi, İstanbul’un Asya yakasındaki banliyö sınırları içinde yer alıyor. (…) İngilizler dün bölgedeki köprü ve kavşakları havaya uçurarak savunma için son hazırlıkları tamamladı. (…) Bir İngiliz muhribi Karadeniz kıyısındaki Şile’de pazar günü demir attı. Komutanı kıyıya çıkıp orada Ulusalcılar’ın [Ankara hükûmeti] temsilcisiyle buluştu ve ondan kuvvetlerini geri çekmesini talep etti. (…) General Harington, İstanbul’u koruma yolunda bir önlem olarak Boğaz’daki ve Marmara Denizi’ndeki vapur seferlerinin durdurulmasını emretti. (…) Çanakkale yakınlarındaki tarafsız bölge içinde de Türk yoğunlaşması devam ediyor. Bu bölgede Türk süvarilerinin yerini piyadeler aldı. Bu da Türkler’in, mevzilerini savunmak için tahkimat yapma niyetinde olduğunun göstergesi olarak algılandı.”

Hemingway’in kaldığı Büyük     Londra Oteli

Hemingway haberlerinde gözlemlerine de yer veriyordu:

“Bir serüven duyusu içinde, İstanbul’u dinliyordum gecede. Mustafa Kemal’in ordusunu bekleyen kentte, patlamaya hazır bir şenlik, patlamaya hazır bir acımasızlık köşelerde pusu kurmuştu. (…) Ve Rumları, Ermenileri ve Makedonyalıları saran ürperti yüzlerinden okunuyordu. Kaldığım Londra Oteli’nin Rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben olduğumu fısıldadı bana. (…) Otel sahibi Rum, kaderci gözlerle, ‘Buradan benim ölüm çıkacak’ diyordu. ‘Tepeden tırnağa silahlandık, tüm Hıristiyanlar savaşa hazırız’ diyordu. Siyah gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: ‘Fransa, İstanbul’u Mustafa Kemal’e vermeye karar verdiği için mi buraları terk etmeye zorlanacağız? Yunanlılar ve Rumlar daima Müttefikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?’ Böyle kızgın konuşan bir yığın Rum’a rastladım İstanbul’da. Karmaşa ve kıyım tehlikesi her yanı sarmıştı. Mustafa Kemal’ini kutlamaya girişen bir Türk’ün uğrayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. Rumlar gibi. Lenin’in devriminden kaçan Ruslar, Mustafa Kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. Birçoğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkûm edilen bu Rus mültecilerinin bazıları, Çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. Sovyet gizli polisi Çeka’nın bu mülteciler için Mustafa Kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşkusuz. Tüm mazlum ülkeler, tüm Doğu, “Mustafa Kemal çok büyük adam” diyordu. Başarılı önderin İstanbul’a girişi, alacağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zaferleri çok daha değerli kılmaya adaydı.”

Hemingway, Mustafa Kemal’in denizaltısı adıyla bilinen bir denizaltıdan da okurlarına söz edecektir:

“İstanbul’a demir atan İngiliz deniz filosunun en büyük kaygısı, Mustafa Kemal’in tek denizaltısıydı. Lenin’in, Mustafa Kemal’e armağanı olan denizaltının Rus kaptanı, Mustafa Kemal’in buyruğunda savaşmayı pek uygun bulmayınca, kaptanın Bolşevik komutanı ‘Odesa’ya geri döndüğünü duyarsam, seni ipe çekerim’ diye denizaltı kaptanını hizaya getirecekti. Mustafa Kemal’in denizaltısına büyük tepki gösteren İngiliz filosu, ‘denizaltının, görüldüğü yerde hemen batırılması’ emrini aldı. Karadeniz’e açılan dört İngiliz savaş gemisi, Mustafa Kemal’in denizaltısını aramaya koyuldu, ama bir görünüp bir kaybolan denizaltı, izini kaybettirmeyi başardı. (…) Daha sonraları, Mustafa Kemal’in denizaltısının, Trabzon açıklarına geldiği duyulmuştu.

Tam bir korsan gemi görevini üstlenen denizaltı, geçen yolcu ve ticaret gemilerini durduruyor, özellikle Rus kaptan ve mürettebat, refah içinde bir emeklilik için, denizaltıyı ganimetle dolduruyordu. (…) İngilizler, bu ele avuca sığmaz denizaltıyı yok etmek için altı büyük destroyere görev verdiler. (…) Mudanya Konferansı’nın sürdüğü o sıralarda, Mustafa Kemal’in denizaltısının Boğaz’a geldiği haberini değerlendiren bir İngiliz savaş gemisi denizin Asya kıyısını denetlerken, içi silahlı Türklerle dolu ve İstanbul’a yol alan birçok motoru ele geçirdi. Savaş gemisi komutanı, daha sonra gece karanlığında kıyıya yanaşan büyük bir motora ateş açacaktı. Ortalık sessizliğe kavuşunca, gece karanlığında kıyıya yanaşan bir motor gördüler ve kıyıya bir komando ekibi yolladılar. İngilizler, kumlara çıkış yapan büyük motorun içinden, karaya çıkan bir atlı gördüler. Projektörlerini motora yönelten İngilizler, Fransızca konuşan bir Türk subayından şu sözleri duydu:

Ernest Hemingway’in İstanbul’dan Toronto Daily News’e vereceği en önemli haber Mudanya Mütârekesi ile ilgilidir.

Savaş yaralısı Hemingway

Osmanlı İmparatorluğunu hukuken sona erdiren 3 Ekim 1922 tarihindeki Mudanya Mütârekesi görüşmelerinde, TBMM hükûmetini İsmet Paşa temsil ederken Yunan delegeler görüşmelere katılmayıp Mudanya açıklarında bir Britanya gemisinde bekleyecektir. Hemingway Mudanya’ya gidememiştir ve gidebilen gazeteciler de zaten görüşmeye alınmamıştır. Ancak öncesinde Toronto Daily Star gazetesinde, “Mustafa Kemal ve beraberinde yer alan güçler Boğaz’ın Asya tarafında, İstanbul’a yürüyerek bir günlük mesafede konuşlanırken İtilaf Devletleri’ni temsil eden bir general, Türk Kurtuluş savaşının askeri kısmını tamamen bitirecek antlaşma için Mudanya’da İsmet Paşa ile buluştu” haberini yayımlamıştır. Mudanya’daki görüşmelerin sonucu için ise Hemingway, “Müttefikler Mudanya’da Doğu Trakya’yı Türklere verdiler ve Yunan ordusunun da bu toprakları terketmesi için üç günlük bir süre tanıdılar” açıklamasını yapar.

Hemingway, Toronto’ya göndereceği haberlerini yerinde gözlemleyerek vermek için 14 Ekim’de Tekirdağ’ın Muratlı ilçesine gider. Göç etmekte olan Rumların kilometrelerce uzanan kafilesini Edirne’ye kadar takip eder. Sonrasında 3 Kasım 1922’de The Toronto Daily Star gezetesine gönderdiği yazısında şöyle diyecektir:

“Benim şu satırları yazmağa başladığım sırada, Yunan birlikleri de Doğu Trakya’yı boşaltmaya başlıyorlar. Üzerlerine hiç uymayan Amerikan yapımı üniformaları içinde, başlarında kol gezen süvari devriyeleri, Yunanistana doğru yürüyorlar. Askerlerin hepsi de asık suratlı, ancak yanlarından bir geçen olursa zorlanarak sırıtmaya çalışıyorlar. Artlarında kalan bütün telgraf hatlarını kestiler. Tellerin direklerden aşağı sallandığı görülüyor. Barınaklarını, kamufle edilmiş müstahkem mevkilerini, makineli tüfek yuvalarını, Türklere karşı son bir direniş göstermeyi tasarladıkları iyiden iyiye düzenli sırtları hep terkettiler. (…) Yunanlı askerler emir kulu olarak çekiliyorlar. Bütün gün boyunca onların pis, perişan, sakallı, rüzgârdan yanmış hallerini seyrettim. Trakya’nın kahverengi, sert topraklarında, uzun kollar halinde ilerliyorlardı. Ne bando vardı, ne bir örgüt, ne kurtarma ekipleri. Pis ve ince battaniyelerle geceleri saldıran sivrisineklerden başka hiçbir şey yoktu. Yunanistan’ın şan ve şöhretinin sonuydu bu. İkinci Truva kuşatmasının sonu! (…) On binlerce insanın yürüyüşü hayli uzun zaman alıyor. Beş mil kadar göçmen kafilesi ile birlikte yürüdüm. Öküz arabaları, yüksek demirli karyolalar, eşyalar, ayakları bağlı hayvanlar, bebeklerini kucaklarına sıkıştırmış analar, arabalara tutunarak zorlukla adım atmaya çalışan yaşlı erkekler ve kadınlar görülüyordu. Gözleri ilerledikleri yoldaydı, başları öne eğikti. Sonra tüfek ve cephane yüklü katırlar geçiyordu. Bir de, içinde uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı kesilmiş Yunan subayları bulunan külüstür bir Ford geçti. Yağmurdan sırılsıklam olmuş, uykusuz, soğuktan titreyen köylüler, ağır ilerlemelerine devam ediyorlardı. Evlerini barklarını artlarında bırakmış, gidiyorlardı.”

Kısa süre kaldığı İstanbul Hemingway’i çok etkiler. Yazıları günü gününe Toronto Daily Star gazetesinde basılır ve Türkiye’den gelen en doğru ve en özgün haberler olarak beğeni kazanır. Hemingway dünyayı, “Başlarında Mustafa Kemal olan ve işgale öfkeli, bağımsızlık isteyen bir milleti yeterince önemsememekle”suçlamıştır. Deneyimsiz, hatta önyargılı genç bir yazar olarak Kurtuluş Savaşı günlerinde İstanbul’da muhabirlik yapan Hemingway doğaldır ki, başlangıçta Türk ulusunun bağımsızlık savaşımının öneminin yeterince farkında olmamıştır. Hemingway 30 Eylül 1922’de Paris’ten Doğu Ekspresi ile İstanbul’a geldikten bir ay sonra 28 Ekim 1923 günü Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü’nde arkadaşlarına açıklayacaktır:

“Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.” O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası’nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırlar ve “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.” hükmünün yer aldığı tasarı TBMM’de tartışılır, “Yaşasın cumhuriyet!” sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edilir.

Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? gibi savaş romanlarının yazarı, 23 yaşında muhabir olarak İstanbul’a gelen Hemingway’in ülkesinden uzakta ve çok yabancı olduğu Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde tüm dünyanın mazlum milletlerine örnek bir bağımsızlık ve var oluş mücadelesine tanıklığı bir yazar olarak ayrı bir şansı olacaktır.

 

 

 

Kategori: Gazetecilik, Medya

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın