Cumhuriyetin Üniversite Devrimi
Oğuz Makal
“Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak yanılgıdır. Bilim ve fen, yaşadığımız her dakikadaki gelişimleri anlamak ve ilerlemeleri zamanında izlemek için koşuldur.”
Mustafa Kemal Atatürk
Kurtuluş Savaşı’nda en sıcak çatışmaların yaşandığı, düşmanın Polatlı önlerine geldiği, top seslerinin Ankara’dan duyulabildiği günlerde Atatürk, onca yoğun çalışmasının içinde Maarif, bugünkü adıyla Milli Eğitim Kongresini de toplamıştı. 16 Temmuz 1921’de toplanan kongre, yeni Türkiye’nin eğitim politikasını saptamak ve sorunlara bir çözüm bulmak amacını taşıyordu.
M. Kemal Atatürk, Maarif Kongresi açılış konuşmasında, devlet yapısındaki yaraları sarmak için gerekli çabaların en büyüğünün eğitim alanında gösterilmesi gerektiğini; gelecekte ülkeyi istenen düzeye çıkarabilmek için eğitim alanındaki çalışmalara ve hazırlıklara önem verilmesinin zorunluluğunu o günlerde ortaya koymuştu. Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik hayatta yaşadığı zorluklarda o güne kadar izlenen eğitim politikasının da etkisi olduğunu söylemiş, yeni eğitim sisteminde özellikle Türklük anlayışına ters düşen yabancı kültür öğeleri yerine, milli ve ulusal değerlerimize önem verilmesinin yeni eğitim politikamızda temel ilke olması gerektiğini belirtmişti. Atatürk, bu kongreyle bir anlamda Türkiye’nin eğitim savaşını da resmen başlatmış oldu. Kurtuluş Savaşı bittikten sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yapacağı işler çok fazlaydı. Bu nedenle her alanda devrimler yapan Atatürk ve çevresindeki arkadaşları üniversite reformu ihtiyacını daha sonraya bırakmak zorunda kalmıştı. Bunda şüphesiz, üniversitelerin yeni kimliğini oluşturacak sayıda ve nitelikte bilim insanlarının henüz yetişmemiş olmasının da payı vardı.
Cumhuriyet Üniversitesine Doğru…
Bu nedenle, 1933 yılında başlayan üniversite reformu, aslında Atatürk’ün son devrimi kabul edilmelidir. Ancak bu reformun yapılmasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan yaklaşık altı yıl önce Almanya’da Hitler iktidara geldikten hemen sonra üniversitelerde profesörlüğe yükselmiş çok sayıda bilim insanının ülkesinden kaçmaya zorlanarak Türkiye’ye gelmesinin büyük rolü vardır. Bu insanların bir kısmı, Zürih’te “Yurt dışındaki Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti” adıyla bir dernek kurmuşlardı. Cemiyet, üyelerini Avrupa’nın saygın üniversitelerine yerleştirmeye çalışıyordu.
Aynı günlerde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim kadrolarında büyük bir eksiklik vardı. Yeni bir üniversite kuracak ve çalışacak kadrolar yoktu. Dolayısıyla ülkesinden ayrılan ya da ayrılmak isteyen bu bilim insanları yeni bir üniversitenin kuruluşu için büyük bir fırsattı. Bu nedenle anlaşma kolay sağlandı ve profesörlerden sadece genel üç koşul istendi:
Üniversitede çalışacak bu bilim adamlarının, Türk öğrenciler için bir çevirmen yardımıyla da olsa Türkçe ders kitapları ve yardımcı kitapları yayınlanması zorunludur.
Üç, beş yıllık bir zaman süresi içinde Türkçe okuyabilecek kadar Türk dilini öğrenmeleri beklenir.
Gelişme ve halkın aydınlatılması için kurulan tesislerde aktif olarak görev almalıdırlar.
Atatürk’ün bu bilim adamlarını davet etmesi ve anlaşmayı yapmasında sık sık “Einstein’ın Atatürk’e yazdığı mektup” diye adı geçen bir mektup anımsanır. Ancak bu mektup Atatürk’e değil, Başbakan İsmet İnönü’ye gönderilen ve Maarif Vekil’ine havale edilen “Ekselansları” ibareli bir mektuptur. Mektupta 40 Yahudi bilim insanının Türkiye’ye sığınması arz edilmektedir.
“Bildiğimiz Başka, Hakikat Başka”
Einstein, Fransa’da başkanlığını yaptığı Union des Sociétés, Yahudi yurttaşlarının hayatlarını kurtarmak ve onları yaşadıkları zor koşulları iyileştirmek için var olan bir kuruluştu. Einstein de bu kuruluşun kullanması için daha sonra mektup olarak yazılacak birçok boş kâğıda imzasını atmıştı. O mektuplardan biri de USE’den Ankara’ya gelmişti. Einstein o tarihte Belçika’daydı ve mektubun gönderilmesiyle ilgili bilgisi yoktu. Ama İsmet İnönü’nün yanıtı zaten olumsuzdur: “Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum vs.”
7 Ekim 1933’te Londra’dan ABD’ye giden Einstein Harvard, Princeton ve Yale Üniversitelerinin hiç de sanıldığı gibi Yahudilere sığınak olmadığını, aksine tıpkı Nazi Üniversiteleri gibi bu üniversitelerin de Judenfrei/ Yahudi’den Arındırılmış olduklarını gördü. Çoğu yerde Princeton Üniversitesi olarak geçiyor ama yine düzeltiyoruz: Einstein’a Princeton değil, New Jersey’deki bağışlarla ve sivil destekle ayakta duran İleri Araştırmalar Enstitüsü kapısını açacaktır.
Neticede İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasında Einstein’ın sözde gönderdiği mektup değil, İsviçre Cenevre Üniversitesi’nden Türkiye’ye davet edilen pedagoji öğretim üyesi Profesör Albert Malche’ın Darülfünunla ilgili yazdığı rapor etkili olacaktır. Darülfünun’un onuncu yıla giren genç Cumhuriyetin “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma” hedefine, gerçekleştirilen ’inkılâplara’ çok uzak olduğu bu raporla saptanır.
İsviçre’de kurulan ‘Yurt dışındaki Alman Bilim İnsanları Dayanışma Birliği’ adına Prof. Philipp Schwartz’ın Türk Milli Eğitim Bakanıyla Alman bilim insanlarının İstanbul’a gönderilmesi ile ilgili sözleşmeyi imzalaması, ayrıca yasayla da onaylatması (31 Mayıs 1933) süreci tamamlar.
Ay Yıldız Altında
Aynı günlerde Nazi Rejimi zulmünden kaçan ne Einstein, ne de başka Alman yurttaşı bilim insanı ABD üniversitelerinden çağrı almıştır. Ancak seksenden fazla uzmana ve sanatçıya Cumhuriyet hükümeti sığınma olanağı sunacak, bilimsel ve çağdaş bir üniversite kurulmasının önü böylece açılacaktır.
Tıp Fakültesinde Fricdrich Dessauer, Erich Frank, Josef Igers- heimer, Adolf Kantorowicz, Wilhelm Liepman, Rudolf Nissen. Hukuk ve İktisat Fakültesinde Josef Dobretsberger, Ernst Hirsch, Richard Honig, Gerhard Kessler, Fritz Neumark. Yüksek
Teknik Okulu Mimari bölümünde Clemens Holzmeister, Bruno Taut, Gustav Oelsner adları ilk akla gelenlerdir. Tüm bu bilim insanları birçok fakülte ve bölümün kurulmasına vesile olmuş, kürsü başkanlığı yapmışlardır.
Yardımcıları, aile bireyleriyle, Nazi hükümetine muhalif oldukları için Türkiye’ye yasal olarak sığınanların sayısı 550’yi aşacaktır. Fakat 1938 yılında çıkartılan bir yasayla bir pasaportu ya da vatandaşlığı olmayan yani “Haymatlos” Alman kökenli kişiler Türkiye’ye giremeyecek ve bazılarının da ülkeden çıkması istenecektir.
Türkiye’ye sığınan Yahudi bilim adamlarının yaşamı tedirginlikle geçecektir. Nazi hükümetinin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Herbert Scurla görevli olarak Türkiye’ye gönderilecektir (1939). Mili Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e “Bu bilim adamlarını bize geri veriniz. Size Almanya’nın en parlak beyinlerini gönderelim.” mesajını iletmekle kalmayıp, iki yıl boyunca İstanbul ve Ankara’daki fakültelerde yapılan çalışmaları “yer yer insanı dehşete düşüren bir dille kaleme aldığı” bilgileri bir raporla (Scurla Raporu) Berlin’e düzenli iletir. Alman sığınmacılardan Profesör Fritz Neumark, yayımlanan Scurla Raporu’nun ilk baskısında belki tümü adına şu sözleri dile getirir:
“… orada çalışmamızın mümkün olması, böylece bizlere yararlı bir iş yapma, hatta pek çoğumuza maddi anlamda var olma imkânı verilmesi, duyduğumuz silinemez şükran duygusunun temelidir”
Tüm bu nedenlerden dolayı, fen ve mühendislik dünyasının önemli bilim insanları ne yazık ki ülkemizden ayrılacaktır. Az sayıda da olsa ülkeden ayrılmayanlar da vardı. Bunlardan birisi olan Botanik bilimi profesörü Alfred Heilbronn 1933-1955 yılları arası emekliliğine dek Türkiye’de kaldı. Daha sonra Almanya’ya dönerek Münster Üniversitesi’nde çalıştı. İstanbul Üniversitesi onun anısına tüm dünyadan gelen binlerce bitki türüne ev sahipliği yapan benzersiz “Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’ni” ziyarete açtı. Bahçe günümüzde hizmet vermeye devam etmektedir.
Bir diğer önemli isim, 1933 ve 1934 yıllarında iki defa Lichtenburg toplama kampına götürülen, Hollanda üzerinden İngiltere’ye kaçabilen ve sonrasında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde Şehircilik Kürsüsünü kuran Ernst Reuter’dir. 1935-1946 yıllarında Türkiye’de kalan Reuter, döndükten sonra Berlin Belediye Başkanı oldu. Ama Reuter’nın dönüşü hüzünlü oldu. ABD, İsviçre’de değil, Türkiye’de sığınmacı olduğu için “ayakkabı boyacısı” denilerek alay edildi, karikatürlerde başı fesli gösterildi.
Hitler Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye sığınan bilim insanlarıyla gerçekleşen üniversite reformu büyük önem taşımaktadır.
Savaşa girmeme kararlılığındaki Türkiye, Hitler Almanya’sını o günlerde karşısına alma pahasına bu bilim insanlarına üniversitelerde görev vermeyi sürdürmüştür. O dönemde pek çok ülkenin gösteremediği bir cesaret örneği sergilenirken, alınan bu risk, Türkiye’nin çağdaşlaşma yolundaki en büyük adımlarından birisi olmuştur. Atatürk, yukarıda belirtildiği gibi Darülfünun’ün yerine İstanbul Üniversite’nin kurulması kararını vererek bugünkü çağdaş eğitimin yolunu açmıştır. İstanbul Üniversitesi, I8 Kasım 1933 yılında Beyazıt meydanındaki üç katlı giriş avlusunda düzenlenen bir törenle açıldı. Avlu, öğrenciler, politikacılar, öğretim üyeleriyle hınca hınç doluydu. Açılış konuşmasını yapan yeni Milli Eğitim Bakanı, Profesör Hikmet Bayur şöyle diyordu:
“Üniversite için Cumhuriyet Hükümeti hiçbir fedakârlıktan çekinmemiştir. Dünyanın en büyük bilim adamlarından yararlanma çaresini bulmuştur. En yeni mükemmel öğrenim vasıtalarını ısmarlamıştır. Memleketin en değerli unsurlarını bu işin başına getirmiştir…”
Ülkemizi kendi yurtları sayan ve bazılarının mezarı İstanbul’da bulunan bu bilim-kültür insanlarına olduğu kadar yukarıda değindiğimiz son atılımla Cumhuriyetimizin ilk üniversitesini kuran Atatürk’e duyduğumuz saygı ve şükran duygumuz elbet kelimelerle ifade edilemez.
“Öğretmenler! Hiçbir zaman unutmayınız ki, Cumhuriyet sizden düşüncede özgür, inançta özgür, kültürde özgür kuşaklar ister” diyen M. K. Atatürk, yine o günlerde gençliğe “Birinci ödevin Türk Bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuza dek korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır” sözleriyle seslenecektir.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.