Dünya Kupalarının Hem Sesi Hem Şahidi: Halit Kıvanç

Yayın Tarihi: 3 Ekim 2023
Toplam Okunma: 433
Okuma süresi: 31,1 dakika

Ege Kürkcü

’Bu coğrafyada herkesin bir Halit Kıvanç anısı vardır. Kiminin izleyici, kiminin dinleyici, kiminin okur olarak…’’ bu sözler sunucu, yazar ve seslendirme sanatçısı Yekta Kopan’a ait. Kendisi böyle söylemiş ya, usta Halit Kıvanç için biz de ‘’Halit Kıvanç’ın her dünya kupasında bir anısı vardır. Kiminde izleyici, kiminde sunucu, kiminde muhabir olarak…’’ diyebiliriz.

Nedir bu Dünya Kupası? Nedir Halit Kıvanç için bu kupanın önemi? Futbolla ilgilenen ilgilenmeyen herkes dört yılda bir düzenlenen ve tüm dünyanın öne çıkan otuz iki takımını buluşturan bu turnuvayı duymuştur. 2002’de her şeyin farkında olan nesil ise bu turnuvayla büyümüştür. Her ülkenin hayalinde olan bu büyük turnuvayı yayınlamak ise çok büyük bir iştir. Çünkü gol haberi bekleyen yüz binlere hatta ve hatta milyonlara seslenirsiniz. Halit Kıvanç ise bu işte bir ikon haline gelmiştir. Bu kupanın onun için değerini 2002 Dünya Kupası’ndan önce kaleme aldığı kitabından kendi sözleriyle okuyalım:

‘’… Oynaması ayrı zevk, seyretmesi ayrı zevk, konuşması ayrı zevk olduğu için okuması da ayrı zevk olmalı, diye düşününce oturdum, şöyle gerilere doğru bakmaya başladım. Oooo, gördüğüm, yaşadığım ya da dinlediğim, duyduğum, okuduğum bütün bu anıları sevenlerine duyursam. Üstelik futbolun en büyük coşkusu ‘Dünya Kupası’ bir kez daha her yanı sararken. Bir geçit yaptı tüm Dünya Kupası maçları, kimi anılarımda, kimi gözlerimin önünde…’’

1930- Uruguay- İlk Kupa

‘’… ufak tefek bir futbol adamı, Jules Rimet çıktı sahneye. FIFA’nın başına geçen hukukçu Rimet, öylesine azimliydi ki… Hiç yılmadan çalıştı, savundu ve 1920’den 1929’a kadar yorulmadan çevresini inandırmak için çaba harcadı. Sonunda da başardı. FIFA, 1929’da Barcelona’daki toplantısında ‘Dünya Kupası’ projesinin temellerini atarken, Jules Rimet de futbol tarihine ‘Dünya Kupası’nın Babası’ olarak geçiyordu.’’

Halit Kıvanç, 1930 yılındaki Dünya Kupası’nda henüz beş yaşında bir çocuktu. Kelimeleri bile bilmeyen, harf okuyamayan bir çocuk. 1934 Dünya Kupası’ndan itibaren küçüklüğünde düzenlenen kupa organizasyonlarını araştıracak, o yılların dergilerinden bölümler alarak kitabına koyacak ve fi nalin gollerini yaşamış gibi kitabında anlatacaktı. Halit Kıvanç, dönemin şartlarında uçağa bile binemeyen futbolcuların gemi güvertesinde yaptıkları antrenmanları, hakemin kılık kıyafetini, Uruguay’ın nasıl ev sahibi olduğunu ve katılacak on üç ülkenin nasıl belirlendiğini adeta yaşamış gibi anlattı ve okuyucularına o dönemleri yaşattı. İlk kupa, ev sahibi Uruguay’ın fi nal mücadelesinde Arjantin’i 4-2 mağlup edip ‘’İlk Şampiyon’’ ünvanını kazanmasıyla sona erdi.

1934 İtalya – Kupa Avrupa’ya taşınıyor

Böylece tarihteki ilk uzatmalı Dünya Kupası finali başladı. Uzatmada İtalya takımı, hele Arjantinli asları şahane bir oyun tutturmuştu. 95. dakikada Guaita’nın pasıyla dalan Schiavio, köşeden zafer golünü atıyor, 2-1’lik galibiyeti getiriyordu. İtalyanlar kupayı kazanmanın sevinci içinde hocaları Pozzo’yu omuzlarda yükseltirken, Pozzo’nun gözleri tribünde Mussolini’yi arıyordu. Spor adamı, diktatörü ezmişti.’’

1934 Dünya Kupası oynanırken Halit Kıvanç, ilkokul sıralarında olan bir çocuktu. Futbol meraklısı büyüklerinden, mahalledeki ağabeylerinden ya da okuldaki arkadaşlarından ‘dünya kupası’ diye bir olay duymamıştı. Daha sonra sokakta yürürken gördüğü bir spor dergisinde görkemli bir ‘dünya kupası‘ başlığı görecek ve bu kupadan haberdar olacaktı. Halit Kıvanç’ın ilgisini dünya kupasına çeken ve İtalyan siyasetinin büyük etkileriyle birlikte çeşitli skandallarını da barındıran bu organizasyonda zafer, finalde Çekoslovakya’yı 2-1 mağlup eden İtalya’nın oldu.

1938 Fransa – İtalya arka arkaya şampiyon

“İşte Pozzo ve çocukları, 1934’ten sonra 1938’de de kupayı kucaklayınca futbol dünyası ‘’Evet’’ diyordu, ‘’Kabul… En büyük İtalya…’’. Ya dört yıl sonra? Bekleyen görecekti…’’

1938’de üçüncü kez düzenlenen dünya kupasına Fransa ev sahipliği yaptı. Halit Kıvanç ise o yıllarda ortaokula gidiyordu ve giderek futbola merak sarmıştı. Futbola genç yaşta olan ilgisiyle çevresinde de tanınmaya başlamıştı. Çetrefilli bir eleme sürecine sahip olan, turnuvanın favorilerinden olan Avusturya’nın turnuvadan önce Almanya tarafından haritadan silindiği ve Hollanda Doğu Hint Adaları (günümüzdeki adıyla Endonezya) gibi sürpriz takımların katıldığı bir organizasyon gerçekleşti. İlginç bir hâl alan 1938 Dünya Kupası’nın finali de destansı bir mücadeleye sahne oldu. Son şampiyon İtalya, favorilerden biri olan Macaristan’ı tam altı gol çıkan karşılaşmada 4-2 yendi. Bu final Halit Kıvanç dâhil birçok futbol otoritesi tarafından tarihin en unutulmaz maçı olarak adlandırılacaktı.

1942 ve 1948 kayıp yıllar

‘’Ama nerede? Nerede oynanabilirdi ki! Dünya kupasının yerini dünya savaşı almıştı. Masum futbol topları, vahşi bombaların yıktığı binaların altında kalmıştı. Onlarla oynayacak gençlerle beraber…’’

1942 ve 1946’da düzenlenecek dünya kupası organizasyonları sırasında FIFA, Avrupa’da yükselen tansiyon ve ancak kendisini ayakta tutmaya yetecek kadar kaynağa sahip olduğu için turnuvayı gerçekleştiremedi. Halit Kıvanç bu dönemlerde savaşın pek çok güzellik gibi dünya kupasını da ezip geçtiğini ve zamanın adeta durduğunu söylüyor. Halit Kıvanç ve diğer futbol tutkunları da tarihteki dördüncü kupasına kavuşmak için tam on iki yıl, yani 1950’ye kadar beklemek zorunda kalıyorlar.

1950 – Dünya Kupası’na gidiyor muyuz?

‘’… Türkiye 7-0 Suriye. İşte hepsi bu kadarla kalacaktı. Bu tarihi maçımız, sadece tarihe geçecek ve dünya kupası hayali de sönüp kaybolacaktı. Çünkü Rio yolunu kapatan bir duvar dikilmişti takımımızın önüne: PARASIZLIK! …’’

Tarihte dördüncü kez düzenlenecek olan dünya kupası, savaşın etkisinden yavaşça sıyrılıyor ve oldukça heyecanlı bir eleme turuna sahne oluyordu. Eleme sürecinde birçok sürpriz yaşanmış, beklenmeyen takımlar turnuvaya dâhil olmuştu. Biz de tarih yazarak katılmaya hak kazanmamıza rağmen maddi sıkıntılar yüzünden İskoçya, Fransa ve Hindistan’la birlikte turnuvadan çekilmek zorunda kalıyorduk. Turnuvanın içindeki sonuçlar da bir başka hikâyeydi ve bu turnuvada tarihin en kalabalık maçı rekoru da kırılacaktı. Halit Kıvanç sürpriz bir sonucu şöyle anlatıyor: ‘’İngilizler futbolun hocası, ABD de en acemi öğrencisi sayılıyordu. Sorulan tek soru ABD’nin kaç golle yenileceğiydi…’’. İşte böyle diyordu Halit Kıvanç, ne var ki maç sona erdiğinde ABD gülen taraf olacaktı ve Halit Kıvanç da bu anlardan ‘’İngiltere’nin futboldaki itibarı kırılmıştı.’’ diyerek bahsetmişti. Final ise, saha içinde geri dönüşe sahne olmuş Brezilya’yı 2-1’le geçen Uruguay kupayı ikinci kez müzesine götürmüştü.

1954 İsviçre – Dünya Kupası’na gidiyoruz!

‘’Türk Milli Futbol Takımı, tarihte ilk kez bir Dünya Kupası’nda oynuyor. On altı finalistten biri Türkiye… Sevincimiz büyük… Hele benim… Bu muhteşem olayı yerinde izleme şansına erişen bir avuç Türk arasındayım.’’

1954 Dünya Kupası, Türk halkının finallerde maça çıkma şansı göreceği ilk dünya kupası olmuş ve tanıklık edenlere muhteşem bir duygu yaşatmıştı. Her Türk insanında olduğu gibi Halit Kıvanç için de bu kupa çok özeldi. Turnuvayı İsviçre’de anlatarak Türk spor medyasında tarihe geçmekle kalmamıştı. Halit Kıvanç, aynı zamanda ‘’Üç Kafadar’’ olarak nam salan Halit Talayer ve Alp Zirek ile Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi olan Türkiye Spor’u çıkarmıştı. Amaçları dünya kupası boyunca oynadığımız maçları halkımıza gururla anlatmaktı. Turnuvaya Batı Almanya karşısında bulduğumuz erken golle başlamış fakat aynı maçta 4-1 mağlup olarak hüsrana uğramıştık. İkinci maçta ise Güney Kore’yi tam 7-0’la geçmiş fakat gruptan çıkma mücadelesinde Batı Almanya’ya tekrardan diş geçiremeyerek ilk dünya kupası maceramıza kötü bir şekilde veda etmiştik. Turnuvanın galibiyse bize iki maçta toplam on bir gol atan Batı Almanya’dan başkası değildi.

1958 İsveç – Solna’da bir kral yükseliyor.

‘’Altıncı dünya kupası bir bakıma ihtiyar delikanlılar kupasıydı. İşte İngiliz Wright otuz altı, Alman Walter, Macar Bozsik, İsveçli Gren otuz sekiz, Macar Hidegkuti, İsveçli Liedholm otuz dokuz, Arjantinli Labruna ise kırk iki yaşındaydı. Ama bunca ihtiyar delikanlı arasında on yedi yaşında körpecik bir genç herkesi bastıracak, futbol tarihinin en parlak güneşi olarak gözleri kamaştıracaktı.’’

İsveç’te düzenlenen 1958 Dünya Kupası’na katılmaya çok yakındık. Fakat son eleme turlarında karşımıza İsrail çıkınca, o dönemki devlet politikamız gereği maça çıkmadık ve yerimize giren Galler, İsrail’i geçerek turnuva finallerine gitti. Hatta gruplardan sonra Brezilya’ya, on yedi yaşındaki bir çocuğun liderlik ettiği Brezilya’ya yenileceklerdi. Kim bilir? Belki de kader bizi Pele’nin gazabından korumuştu. Turnuvaya Fransızların yirmi beş yaşındaki forveti Just Fontaine, on üç gol atıp ‘’Bir Dünya Kupası’nda en çok gol atan oyuncu’’ sıfatıyla damga vurmuştu. Fakat herkesin gözü sambacıların 17 yaşındaki prensi Edson Arantes do Nascimento’nun, yani Halit Kıvanç’la röportajından sonra hem Türkiye’nin hem de dünyanın tanıdığı Pele’nin üstündeydi. Halit Kıvanç da Pele ile olan röportajını şöyle anlatıyor: 

“Öteki Avrupalı spiker ve gazeteciler de o 17’lik gencin yanına sokulmuyor. Eee biz Türküz… Teknikte üstün ülkelerin adamı olmadığım için, ‘önce insanlık’ duygusu itti beni, o gence doğru… Herkes Zito ile konuşurken, onun resimlerini alırken, kamerayla çekerken, ben Pele’ye, yani Brezilya’nın yedek oyuncusuna yöneldim. Yabancı dil bilmiyordu. Brezilyalı spiker yardımıma koştu. Yanına oturdum, epey konuştuk spiker meslektaşımın çevirisiyle… Zaten çok fazla anlatacak şeyi de yoktu. Sadece kendisine niye ‘Pele’ adını taktıklarını anlattı. Milli takım formasıyla bir Dünya Kupası maçına çıkacağı için çok heyecanlı olduğunu söyledi. Türkiye’yi tanımıyordu. Bize ait bir iki soru sordu. Hemen yukarı odama çıkıp bizim gazetelerden getirdim. Baktı. İlgilendi. Sonra spor sayfasındaki yıldızlar dikkatini çekti. Sen de oyna sana da yıldız vereceğiz, dedim. Güldü. En fazla yıldız alması dileğimi ekledim. Sonra da Brezilyalı spikere fotoğraf makinemi verdim. Beraber resimler çektirdik. Teşekkür edip ayrıldım.’’ İşte Pele, dünya kamuoyunun karşısına bu hikayeyle çıktı ve inanılmaz rekorlara imza atacak kariyerine bir dünya şampiyonu olarak başladı.

1962 Şili – Depremin yaraları sarılmadan futbol başlar

‘’Üçüncü grupta bir önceki kupanın şampiyonu Brezilya, herkesin merakını kamçılıyordu. Öyle ya, Brezilya’da Pele vardı. Pek çok futbolsever, Brezilya’dan çok İsveç’te parlayan Pele’yi görmek için stadyuma gelecekti. Bir Şili okulunda öğrenciler, ‘’Pele’yi seyretmemize izin vermezseniz okulu yakarız’’ diye tehdit etmişlerdi müdürlerini…’’

Şili, 1962’de düzenleyeceği dünya kupasına inanılmaz derecede iyi hazırlanıyordu. Hükümetleri tarafından dünya kupasına büyük bir titizlikle hazırlanan organizasyon komitesi kurulmuştu. Komitenin başına da ünlü spor adamı Carlos Dittborn getirilmişti. Hazırlıklar tam gaz sürerken Şili’yi 9.5 büyüklüğündeki bir deprem sarstı. Turnuvaya ev sahipliği yapacak bütün tesisler büyük hasar gördü. Herkes turnuvanın el değiştirmesi gerektiğini, Şili’nin yaralarını sarması gerektiğini söylese de Dittborn’un başında olduğu komite gerekli onarımları yaparak tesisleri kupanın başlama tarihine yetiştirme sözü verdi. Muhteşem bir çalışma sonucu ülke genelindeki spor tesisleri onarıldı ve turnuvaya birkaç hafta kala her yer dünya kupasına hazır hâle gelmişti. Fakat bu başarının mimarı olan Carlos Dittborn’un vücudu yorgunluğu kaldıramadı ve turnuvanın başlamasına birkaç hafta kala, 28 Nisan 1962’de kalp krizi geçirdi ve hayata gözlerini yumdu.

Dünya Kupası hazırlıkları Şili’de devam ederken ülkemize baktığımızda elemeler döneminde büyük bir gelişme yaşandı. Halit Kıvanç ve beraberindekiler İstanbul’da yer alan İTÜ TV stüdyolarında televizyon tarihimizin ilk naklen maç yayını gerçekleştirildi. İnönü Stadyumu’nda Türkiye ve Sovyet takımları arasında oynanan maçın spikeri ise Halit Kıvanç’tan başkası değildi. Şili’ye geri dönersek, birkaç ay önce büyük bir felaket atlatan ülkede adeta bir futbol şöleni başladı ve birbirinden ilginç olaylara sahne oldu. İlk on iki maçta tam otuz yedi futbolcu sakatlandı, tribünlerde hayatını kaybedenler oldu. Bazı maçlar olaylar sebebiyle polis raporuna bile yazıldı. Pele’sini erkenden kaybeden Brezilya ise eksikliğe rağmen, onun tribünden izlediği şampiyonayı zaferle noktalayarak arka arkaya ikinci kupasını kazandı.

1966 İngiltere – Futbol evine dönüyor

‘’… İngilizler futbolu yarattıklarını öne sürüp, kendilerini bu sporun babası sayıyorlardı. Ne var ki, çocuklar babayı geçmiş, şampiyonluğu hiçbir zaman ona bırakmamışlardı. İşte şeytanın ayağı 1966’daki 8. Dünya Kupası finallerinde kırıldı. O güne dek hep tökezlemişti İngiltere…’’

İngilizler futbolun mucidi olmalarına rağmen zirveye hep çok yaklaşmış ama hiçbir zaman kupanın ucundan tutamamışlardı. Ev sahipliği yapacakları 1966 Dünya Kupası’na ayrı bir özenle hazırlanıyorlar, ellerindeki en iyi oyuncularla bir yıldızlar karması kuruyorlardı. Ancak kendilerini bu turnuvayı kazanmaya o kadar kaptırmışlardı ki çok önemli bir kaybı görmüyorlardı. Bu size şaka gibi gelebilir ama kupa kaybolmuştu, paha biçilemeyen som altın kupa çalınmıştı… En azından öyle sanılıyordu. Vitrinde kendi halinde duran kupayı birisi almıştı ve günlerce bulunamadı. En sonunda ise Londra’da bir parkta, çöplerin arasındaki gazetelere sarılı olarak bir köpek tarafından bulundu. Böyle bir hikâyeyle başlayan dünya kupası, her yıl olduğu gibi yine çok ilginç olaylarla devam etmişti. 1966 Dünya Kupası’nda ajansları karıştıran bir haberi Halit Kıvanç şöyle anlatıyor: ‘’Çeyrek finalin dördüncü maçı, Portekiz’le Kuzey Kore arasındaydı. Az bir seyirci toplamıştı bu karşılaşma… Hele basın pek ilgi göstermemişti. Nasılsa sonucu belliydi. Ancak öteki statlarda önemli buldukları maçları izleyen spor otoriteleri, basın bülteninde ‘’Kuzey Kore 1 – Portekiz 0’’ yazılı notu aldıklarında basın bürolarına koşmuşlardı. ‘’Mutlak yanlış vardır, yanlış yazılmıştır’’ diyen otoriteler çok geçmeden ‘’Kuzey Kore 2 – Portekiz 0’’ notuyla şaşkına dönüyorlardı. 

Hele ‘’Kuzey Kore’nin Portekiz önünde 3-0 galibiyete yükseldiği’’ haberi geldiğinde… Bulundukları statlardaki maçı bırakmıştı basın mensupları…’’ Daha sonrasında ne mi olacaktı? Halit Kıvanç’ın böylesine şaşkınlıkla bahsettiği maçta dengeler bir anda değişti, sahneye Portekiz tarihinin Ronaldo ve Figo ile birlikte en büyük futbolcularından olan Mozambik asıllı Eusebio sahneye çıktı ve Portekiz 5-3’lük bir geri dönüşe imza attı. Charlton, Yashin, Eusebio, Garrincha gibi isimlerin damga vurduğu Dünya Kupası’nda Halit Kıvanç da çok enteresan bir anıya sahip olmuştu. TRT tarafından finali anlatmakla görevlendirilen Halit Kıvanç, Wembley Stadyumu’nun basın tribününe giriş yaptığında bütün anlatım masalarının dolu olduğunu gördü. Belki de çoğu kişinin aklına gelmeyecek bir spikerlik refleksiyle birlikte hemen bir telefon buldu. Ev sahibi İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanacak bu maçı tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde telefonla Türk radyolarına aktardı. Oradaki bütün meslektaşlarının ağzını açık bırakmıştı. İşte böyle hızlı çözümler üreten, yayınının aksamaması için her şeyi yapabilecek bir ustaydı Halit Kıvanç…

1970 Meksika – Uğruna savaşlar verilen kupa

“Çok geçmeden Pele, milli takımın iki yetkilisiyle yanımıza geldi. Gayet kibar, elini uzattı, Türkiye’den gelmiş ve kendisini ziyaret etmiş olduğumuz için teşekkür etti. O zaman çantamdan meşhur fotoğrafı çıkarıp uzattım. Önce bir baktı, sonra eğildi, daha dikkatle baktı. Sevinçle, ‘Harika…’ dedi. ‘… benim yedekliğim döneminde çekilmiş o kadar az resmim var ki!… Bunu alabilir miyim?’ Kendisine getirdiğimi söyledim…’’

1970 Dünya Kupası ile birlikte kupa, ilk kez Avrupa veya Güney Amerika dışında bir yerde düzenlenecekti. Bu dünya kupası belki de Halit Kıvanç için en çok anıyla dolu olan, oldukça anlamlı bir kupa olacaktı. Halit Kıvanç’ın bu kupada biriktirdiği anılardan bahsetmeden önce biraz kupanın genel görüntüsünden konuşalım. Hani demiştik ya ‘’Uğruna Savaşlar Verilen Kupa’’ diye, o hiç de mecazi bir söylem değil. 1970 Dünya Kupası’nın eleme aşamasında Honduras ve El Salvador arasındaki maçta yaşanan tribün olayları büyüyerek iki ülke arasında birkaç günlük aktif savaşa sebep olmuş ve bütün dünya şoka uğramıştı. 

Günümüzde olsa yüksek ihtimalle iki takımın da men edilmesine sebep olacak bu olaylara FIFA tarafından yaptırım uygulanmamıştı. El Salvador tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılmıştı. Son şampiyon İngiltere’nin kaptanı, efsane stoper Bobby Moore ise çirkin suçlamalara maruz kalmıştı. Moore, mücevher kaçakçılığıyla suçlanmış fakat bunun Kolombiyalılar tarafından yapılan bir oyun olduğu ortaya çıkmıştı. Gelelim Halit Kıvanç’ın 1970’te Meksika’da yaşadıklarına… Bir Dünya Kupası özel etkinliği olarak Avrupa’dan gelen gazeteciler ve Güney Amerika’dan gelen gazeteciler arasında bir gösteri maçı düzenlendi. Bu maçta da Halit Kıvanç, Avrupa Basın Karması takımının başına geçerek teknik direktörlüğünü yapmıştı. Halit Kıvanç’ın teknik direktörlüğünü yaptığı Avrupa Basın Karması, rakiplerini 7-4 yenerek bu gösteri maçını kazanmıştı. Bu sırada takımların da kampları devam ediyordu. Halit Kıvanç, turnuvada maç oynanmayan günlerden birinde Brezilya kampına giderek eski bir dostunu, Pele’yi ziyaret etti. Büyük uğraşlar sonucu girdiği Brezilya kampında saatlerce bekleyip, kapıdan giren Pele’yi görmesiyle eski bir dostuna ulaşmış gibi mutlu olduğunu anlatıyor Halit Kıvanç.

Aynı turnuvada oynanan Brezilya – İngiltere karşılaşmasında ise Halit Kıvanç muhteşem bir anlatım gerçekleştirmiş aktarılana göre. ‘’Aktarılana göre’’ diyorum çünkü Jairzinho, Pele, Rivelino ile muhteşem bir hücum oyununa sahip olan Brezilya, karşısında ise Charlton, Moore, Hurst gibi takım oyununa yatkın ayaklarıyla son şampiyon İngiltere vardı. Bu muhteşem maç, 1-0 Brezilya üstünlüğüyle bitse de Halit Kıvanç’ın anlatımı, hatlardaki bir sorun nedeniyle Türkiye’ye ulaşmadı. Yayın İstanbul’daki stüdyodan, bir stajyerin anlatımıyla gerçekleşti. Halit Kıvanç için oldukça önemli anılarla dolu olan bu turnuvanın finalinde de Pele zafere uzandı. Şampiyonluk, Brezilya’yı bir kez daha dünyanın en büyüğü yapıyordu.

1974 Almanya – Türk halkı kupayı ilk kez naklen izliyor.

“Maçların çeşitli şehirlere yayılması, Almanya’nın ülkemize yakın olması, TRT’nin bu ilk naklen yayında olabildiğince çok maçı vermek istemesi gibi nedenlerle, dünya kupasına kalabalık bir ekiple gitmiştik. Böylece yeni spor spikerlerimizin deneyim kazanması gibi bir amaç da güdülüyordu. Bunun ne kadar doğru olduğu sonradan anlaşılacak, yurtdışından ilk kez maç anlatan gençler, kısa zamanda mesleklerinde büyük aşama kaydedeceklerdi…’’

1972 Yaz Olimpiyatlarında yaşanan bir terör olayı organizasyona damga vursa da Münih’te başarılı bir süreç ile anılan Almanlar, dokuz farklı şehirde dünya kupası için hazırlanıyordu. Olimpiyatlarda on yedi kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısının ardından Dünya Kupası için güvenlik önlemleri inanılmaz bir düzeyde artırıldı. Irkçı faaliyetlerin önüne geçmek için çalışmalar yapıldı. Almanlar, organizasyon anlamında muhteşem bir gayret ve disiplinle hazırlanırken Türkiye tarafında da tatlı bir telaş vardı. TRT, eski dünya kupası organizasyonlarına kıyasla daha yakın bir coğrafyada yapılacak turnuvada tarihte ilk kez naklen televizyon yayını gerçekleştirmek için özenle hazırlanmıştı. Spiker, muhabir, kameraman ve idareciler dâhil kalabalık bir ekiple Almanya’ya uçuldu. Hem dünya kupası hem de Türk gazeteciler hazırdı. Fakat Halit Kıvanç bu dünya kupasında Pele’siz durur muydu? Tabii ki de hayır. Bir içecek şirketinin reklamı için Almanya’ya gelen Pele ile bir televizyon çekimi yapmak isteyen Halit Kıvanç, yıldız ismin menajerinden gelen ‘’birkaç bin dolar’’ ücret talebiyle şaşkına uğramıştı. Herkes cebindeki paraları birleştirip karşılamaya çalışsa da ortaya çıkan istenilen ücretin yanına bile yaklaşamadı. En sonunda Halit Kıvanç kendisi devreye girerek Pele ile olan geçmişini menajere açıkladı ve Pele’nin haberi olması halinde bu işin kolaylaşacağını söyledi. Pele ise haberi duyar duymaz Halit Kıvanç’ın yanına gelerek çekimi hemen yapabileceklerini söyledi. Ve oradaki Türk heyetini de oldukça sevindirdi. Bu dünya kupasının neticesinde ev sahibi Batı Almanya zafere ulaşmıştı. Fakat yirmi sene sonra şampiyonluğa ulaşan takımın şampiyonluk kutlamasında bazı futbolcular eşlerine karşı davranışlardan rahatsız olmuş, şampiyon takımdaki neredeyse herkes milli takımı bıraktığını açıklamıştı.

1978 Arjantin – Kupa tekrardan Güney Amerika semalarında

“Televizyonculuk açısından 1978 Dünya Kupası önemli bir dönüm noktasıydı. Federal Almanya ile Polonya arasındaki açılış maçını, ekran başında yetmiş iki ülkeden 970 milyon kişi izlemişti. Arjantin – Hollanda finalini izleyen televizyon seyircisi toplamının ise, 1 milyar 480 milyon kişi olduğu açıklandı. Bizim de ülkemize göre, en uzaktan yaptığımız naklen yayındı. Mendoza kentindeki maçları naklederken kırdığımız rekordu bu. Suudi Arabistan’ın otuz sekiz maçı da renkli olarak yayınlaması, ayrıca dikkati çekmişti.’’

Yine, yine ve yine yolun sonunda elendiğimiz bir dünya kupası düzenleniyordu Arjantin’de… Neredeyse her dünya kupasında olduğu gibi bu turnuvanın da ev sahipliği ve organizasyon süreci büyük tartışmaya yol açmıştı. Arjantin’de o dönemde gerçekleşen kalkışma sonucu asker yönetime el koydu. Dünya kupası dâhil bütün devlet organizasyonları askerin eline geçti. Bu olay sonrası FIFA hedef alındı ve katılımcı çoğu ülke güvenlik endişesiyle oyuncularını götürmeye çekindi. Yapılan incelemeler sonucunda, FIFA sadece Arjantin’den güvenlik teminatı almakla yetindi. Dünya kupasının ev sahibini değiştirmedi. Bunun üzerine başta Hollandalı Cruyff, ev sahibi ülkeden Maradona gibi isimler olmak üzere birçok oyuncu dünya kupasına katılmadı. Olaylar eşiğinde gelişen kupada hem dünya hem de Türk televizyonculuğu açısından önemli gelişmeler yaşanıyordu. Televizyonun küresel anlamda yaygınlaşmasıyla maçların neredeyse hepsi bir öncekinin izlenme rekorunu kırdı.

Türkiye’de ise o güne kadarki en uzun mesafeli naklen televizyon yayını yapılıyordu. Ayrıca dünya kupasına gidemesek bile orada Halit Kıvanç ve TRT heyeti büyük bir sevgi görüyordu. Türk olduklarını öğrenenler tarafından ‘’ATATÜRK! ATATÜRK!’’ tezahüratlarıyla karşılanıyorlardı. Biz takım olarak gidemesek bile herkes elemelerdeki performansımızı ve namımızı duymuştu. Bu turnuvada oynanan İtalya – Almanya maçı için Halit Kıvanç, hayatında anlattığı en zor maç olduğunu söylüyor. O gün yoğun sis durumu yüzünden topu bile göremeden maç anlatmaya çalıştığını belirtiyor. Zor siyasi şartlar, hava muhalefetleri, eksik yıldızlar ve şike iddialarının ortaya çıktığı turnuvanın sonunda gülen taraf ise Arjantin’di. Cruyff olmadan final oynayarak herkesi şaşırtan Hollanda’yı uzatmalar sonucu devirdiler. Turnuva sona erdiğinde TRT ekibi, Türkiye’yle aradaki mesafeye rağmen bu kadar başarılı bir yayın yapmayı büyük bir övünç kaynağı olarak gördü. Ve şampiyonluğu kutlayan Arjantin halkına eşlik ederek kendi yayınlarının başarısını sokaklara çıkıp coşkulu bir şekilde kutladı.

1982 İspanya – Futbolun öldüğü gün

“Sevgili Öztürk Pekin arkadaşımla birlikte yapıyoruz yayını… İki spikerin önemli anlarda ortak anlatması yöntemini uyguluyoruz. Bir gol oldu mu, maçı anlatmakta olan spiker, golün öyküsünü, yorumunu öteki spikere bırakıyor… Fena da olmuyor hani… Maçın dört golünde ‘’Goool’’ diye bağırmak, Öztürk’e kısmet oldu. Ben ancak gollerin devamını getirdim.’’

Halit Kıvanç’ın bu sözleri kendisinin bu anlatış biçiminden oldukça keyif aldığını bizlere gösteriyor. Tarihteki on ikinci Dünya Kupası’nda Halit Kıvanç, spikerlik kariyerinde beşinci kez dünya kupası finali anlatıyordu. Bu dünya kupasını futbol açısından önemli kılan, İtalyanlar ve Brezilyalıların başlattığı bir konuydu: Futbolu futbol yapan güzel oyun mudur yoksa sonuç mudur? Bu dünya kupasının başından beri herkes bu noktada kutuplaşmaya başlayacaktı. Brezilyalılar her şeyin kazanmaktan ibaret olmadığını, futbolun heyecan dolu ve zarif tarafına odaklanmıştı. Ülkelerinde yükselmiş olan tansiyondan uzaklaşarak sahada bambaşka bir ruha bürünüyordu. İtalyanlar ise turnuva tarihinin en disiplinli takımlarından biriydi ve tüm rakiplerine diz çöktürüyordu. Birbirinden tamamen zıt anlayıştaki bu iki takım yarı finalden önce karşı karşıya geldi ve tüm dünyanın dikkatini çeken bir karşılaşmayı sahneledi. Öyle ki bu karşılaşma turnuvanın finalinden bile daha çok ilgi gördü. Brezilya, rakibini Socrates ve Falcao ile kovalıyordu. İtalyanların afacan çocuğu Paolo Rossi ise futboldan men cezası yiyip geri dönüşünü yaptığı turnuvada belki de favori takıma hat-trick yaparak onların kupa yolundaki tüm heveslerini yıkıyordu. Turnuvanın bitişinde ise İtalya’nın önünü kimse kesemedi ve finalde Almanya’yı rahat geçen İtalyanlar şampiyon oldu. Peki 1982 Dünya Kupası’nda ‘’futbolun ölmesi’’ ne demekti? Aslında futbol öldü mü, ölmedi mi bilemeyiz. Fakat bu dünya kupasının en ikonik anlarından birisiydi o röportaj. Söz konusu röportajı veren kişi ise, o turnuvada Brezilya forması giyen ve ülkemizde Fenerbahçe’nin teknik direktörlüğünü yapan Zico’dan başkası değildi.  

1986 Meksika – Tanrının eli

“31 Mayıs günü, Azteca Stadı’nda görkemli bir açılışla 13. Dünya Kupası başladı. Doğrusu ulusal giysili genç kızlarla erkeklerin dansı dakikalarca alkışlanıyor, hele dansın finalinde kızlarla delikanlıların öpüşmesi, binlerce seyirciyi tribünlerde havaya kaldırıyordu. Tabii bir tribünün bir köşesinde ayağa kalkanlar otururken, yan tribündekilerin kalkması ve tezahüratın bütün tribünleri dolaşması, yani ‘Meksika Dalgası’, bu görkemi daha da arttırıyordu…’’

1986 Dünya Kupası’nın alınan kararla birlikte Kolombiya’da düzenlenmesi kararlaştırılmıştı. Fakat ev sahibi ilanından birkaç ay sonra Kolombiya organizasyondan çekildiğini duyurdu. Böylece kupa, düzenlenmesine 3 yıl varken ‘’evsiz’’ kaldı. FIFA, aralarında Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Paraguay, Sovyetler Birliği, Türkiye, Güney Kore, Bulgaristan’ın bulunduğu ve daha önce kupaya ev sahipliği yapmayan ülkelerle görüşmeler gerçekleştirdi. Birçok ülke kupaya ev sahipliği yapmaya hazırlanmıştı bile. Ancak ortaya sürpriz bir aday çıktı: 1970’in ev sahibi Meksika. Kolombiya’ya ve adaylıktaki diğer rakiplerine kıyasla daha güçlü bir ekonomiye sahip olan Meksika’nın elinde bir de ilginç bir koz vardı. Ülkede yaşanan deprem felaketi dolayısıyla kalkınmanın hızlanması açısından FIFA’yı olaya duygusal yaklaşmaya zorladılar. 1986 Dünya Kupası’nın ev sahipliğini yapmaya hak kazandılar. Ayrıca bu turnuvada statü bir kez daha değişmiş ve turnuvaya katılan 24 takım 6 gruba ayrılmıştı. Turnuvaya damgasını vuran Diego Maradona, İngiltere ile oynanan çeyrek final maçında futbol tarihine ‘’Tanrının Eli’’ olarak geçecek gole imza attı. Maradona, takımını şampiyonluğa taşırken bu kupanın ‘’En Değerli Oyuncu’’ ödülünü de kazandı.

1990 İtalya – Afrika’dan çıkan sürpriz yıldız.

“Finaller başlarken, o tarihteki Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, ev sahibi İtalya’yı favori göstermiş, ‘İtalyanlar kupayı kazanır’ demişti. Türkiye’de Fenerbahçe’de oynamakta olan Schumacher de İtalyanlara şans vermiş, kaç yıl kalesini koruduğu Alman Milli Takımı için ‘Bugünkü kadromuzla bizim takım, bırakın kupayı, yarı finale bile gelemez’ demecini vermişti.’’

Geçen yıllar ve gelişen teknoloji dünya kupasını da büyütüyor, oynanan maçların ve tribün şovları kupayı sürekli beklenen bir festivale dönüştürüyordu. 1990 Dünya Kupası da oldukça renkli bir altyapıya ve büyük hazırlığa sahip bir şekilde aydınlanmanın merkezinde, İtalya’da düzenleniyordu. Fakat tüm bu hazırlıklara ve renkli görüntülere rağmen sahada oynanan oyun hiçbir şekilde tatmin edici değildi. Golsüz maçlar ve zevksiz futbol taraftarları çileden çıkartmıştı. FIFA da bu monotonluğa seyirci kalmadı ve kaleciye geri pası yasaklayarak önemli bir adım attı. Toto Schillaci, Paul Gascoigne, Lothar Matthaus, Jürgen Klinsmann ve Franco Baresi gibi dünya klası futbolcularla birlikte mütevazı bir yıldız adını dünya sahnesine yazdırmaya ve sıkıcı giden turnuvayı eğlenceli hale getirmeye hazırlanıyordu: Kamerun’un süper oyuncusu Roger Milla. Afrika tarihinin en büyük golcülerinin arasına adını yazdıran Milla, 1990’da attığı dört gol ile yıldızlaştı ve ülkesini çeyrek finale kadar taşıdı. Belki kura şansı yanlarında olsaydı ve çeyrek finalde İngiltere ile karşılaşmasalardı daha da ileriye gidebilirlerdi. ‘’Ya olsaydı?’’ sorularıyla dolu olan bu turnuvanın sonunda Almanya toplamda üçüncü kez kupaya uzandı.

1994 ABD – Basketbol ülkesinde futbol oynamak.

“Brezilya, yirmi dört yıllık özlemini dindiren bu şampiyonluğu günler geceler boyu kutladı. Tarihin en büyük karnavallarından birine sahne oldu Rio de Janeiro… Devlet başkanı bir gün resmi tatil ilan etti. Halk sabahlara kadar sokaklarda samba yaptı. Gösterilerde ölçüyü kaçıranlar çoktu. Bu arada yüze yakın insan yaralanmıştı. Brezilya’da hayat uzun bir süre durmuş; hemen her Brezilyalı, dans ederek ya da sevinç gözyaşlarıyla şampiyonluğu kutlamıştı.’’

1994’te bambaşka bir coğrafya bizi bekliyordu. Ülkelerinde basketbol sevgisi ile bilinen Amerika Birleşik Devletleri, futbolun zirvesi olan kupayı düzenlemek için kolları sıvadı. 1986 ve 1990’da da adaylık sürecine girmesine rağmen başarısız olan Amerika Birleşik Devletleri, bu organizasyona çok iyi hazırlandı. Amerikan futbolunun stadyumları dönüştürüldü. Bunlarla birlikte yeni futbol stadyumları da inşa edildi. Halit Kıvanç da bizlere, o dönem herkesin kafasında aynı soru işaretinin olduğunu söylüyordu. Basketbol, hokey, Amerikan futbolu ve beyzbolun üzerine uzmanlaşan bu coğrafyada futbolun nasıl karşılanacağı merak konusuydu. Ama bu dünya kupasında hem organizasyon anlamında sınıfı geçtiler. Hem de oynadıkları futbol ile kamuoyunun takdirini kazandılar. Bu kupanın akıllarda en çok kalacak olayı ise hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri – Kolombiya maçında kendi kalesine gol atan Kolombiyalı Andres Escobar’ın, ülkesine döner dönmez bu hatası yüzünden suikaste kurban gitmesiydi. Şampiyon ise penaltılar ile İtalya’yı 3-2 ile yenen Brezilya olmuştu.

1998 Fransa – Beklenen büyüme gerçekleşiyor.

‘’Dünya kupası 1930’da başladığında, dörder takımlı dört grup kurmanın kolaylığı düşünülmüş, ‘dört kere dört on altı eder.’ diyerek finallerin on altı takım arasında oynanması uygun görülmüştü. Ne var ki, o tarihte dünya çapındaki dev ekonomik kriz nedeniyle ilk kupaya katılma az olmuş ve bu ilk finaller de on üç takım arasında oynanmıştı. Sonra bu rakam on altıya tamamlanabildi. Gün geldi, ‘Finallere daha fazla takım alınsın.’ tezi ortaya atıldı. Çok geçmeden de finalist sayısı yirmi dörde çıkarıldı. Yirmi dört de dörde rahatça bölündüğünden, bu öneri çabuk kabul edilmişti. Nihayet 1998’de, futbolun en büyük heyecanına otuz iki takımın ortak olması öne sürüldü…’’

Bütün dünyanın peşinden koştuğu turnuva neden sadece 24 takımla oynanıyordu? Futbol kamuoyu 1994’den sonra bu soruyu kendi kendine sormaya başlamıştı. FIFA’nın üye sayısı gittikçe artıyordu. Dünya kupasının kıyısından dönen ülkeler, onlara daha fazla yer açılması konusunda FIFA’yı sıkıştırmaya başlıyordu. Halit Kıvanç bu kupa hakkında, her yerde dile getirilmeyen bir bilgi veriyordu. Birçok gazete bu dünya kupası için başlıklarını ‘’16. Dünya Savaşı’’ olarak değiştirmiş. Bunun sebebiyse 16. Dünya Kupası’nda tamı tamına yedi bin tane polis ve iki bin tane askerin görev alacak olması. Sahadaki enstantanelere baktığımızda ise tarihte ilk kez otuz iki takım kupada yer aldı. İlk kez altın gol kuralı uygulandı. Ülkemizde de forma giymiş Samuel Eto’o turnuvanın en genç oyuncusu oldu. Ve Fransızlar, hocaları Aime Jacquet önderliğinde futbolda bir devrim yaparak şampiyonluğa uzandı. Jacquet’in hücum futbolu Deschamps, Zidane, Desailly, Vieira, Trezeguet gibi yıldızlara muhteşem bir sistem verdi. Ve tarihin en dominant oyunlarından biriyle şampiyonluğu kendi evlerinde kazandılar.

 

 

 

 

 

 

Kategori: Medya

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın