Nesiller Boyu Memleketin En Tanınmış İnsanı, Babam: Halit Kıvanç

Yayın Tarihi: 5 Eylül 2023
Toplam Okunma: 223
Okuma süresi: 25,9 dakika

Fikriye Yılmaz, Umut Yiğit

Halit Kıvanç’ın televizyonda, radyoda sesini duymaya alışığız. Duygularını gizlemeden her sunumu daha da keyifli hale getirmesini sevdik. Peki daha içeriden baktığımızda Halit Kıvanç nasıl biriydi?

Babasının “Boynuz kulağı geçti!” diye anlattığı sinemacı, belgeselci ve yazar Ümit Kıvanç’tan hikâyelerle Türkiye’nin Halit ağabeyini konuştuk.

Kendisini tanımayan genç birilerine rastladığında çok şaşırıyordu. Anlam veremiyordu. Birisi onu nasıl tanımayabilirdi, böyle bir şey mümkün değildi

Umut Yiğit: Sizin jenerasyonunuz ile sonraki jenerasyonun tanıdığı Halit Kıvanç farklı. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Ümit Kıvanç: Babam birkaç kuşak boyunca memleketin en tanınmış birkaç kişisinden birisiydi. Yolda gören herkesin tanıyacağı biri olarak yıllarını geçirdi. Bunda şöyle bir gelişimin rolü var. Önce maç spikeriydi, milyonlarca insan radyodan maç dinlediği için babam
da dahil olmak üzere birkaç kişinin sesini iyi biliyordu. Maç spikerliği kariyeri bitmesine yakın çoklu televizyon başladı. Önce Teknik Üniversite televizyonu, sonra TRT’nin tek kanalı, sonra da siyah beyaz olduğu döneme geçti. Teknik Üniversite televizyonu yaygın bir şey değildi, çok az sayıda insanın evinde televizyon vardı ve ismi de deneme yayınıydı. TRT ile birlikte daha önce hayatımızda olmayan bir sürü yarışma programları başladı. Bunların çoğunda babam vardı. TRT’de çalışmıyordu ama aralarında nasıl bir ilişki varsa her hafta Ankara’ya gidiyordu. Bir program bitiyordu, öteki program başlıyordu. Spor, futbol zaten devam ediyordu. Sonra sunuculuğa da başladı. Maç seyretmeyen, televizyon programları seyretmeyen ama sahne gösterilerine, konserlere giden insanlar için de tanınan biri haline geldi. Futbol meraklılarından sonra başka bir kitle de onu çok yakından tanır oldu, çocuklar. TRT, 23 Nisan Çocuk Şenliği adında bir program yapıyordu. Dünyanın farklı yerlerinden çocuk grupları geliyor, halk oyunları oynuyorlardı. Biz tabii büyümüştük, bu yüzden ben doğru dürüst seyretmedim bile ama bizden bir iki sonrası için çocukluk anıları içerisinde çok hoş hatırladıkları bir anı haline gelmiş. Uzun zamandır babam o kadar da ortalıkta gözükmemeye başladı ama yine de çok tanınıyordu. Fakat bu arada onu tanımayan bir kuşak yetişmeye başlamıştı. Hastalığının ilk zamanında idrakinde de hafif bulanmalar başladığı zaman, kendisini tanımayan genç birilerine rastladığında çok şaşırıyordu. Anlam veremiyordu. Birisi onu nasıl tanımayabilirdi, böyle bir şey mümkün değildi. Belki zihnini bulandıran sebeplerden birisi de bu olmuş olabilir diye düşünüyorum.

Fikriye Yılmaz: Benim neslim de Halit Kıvanç’a yetişemedi ama ben kendisini hep inanılmaz enerjisiyle, hayat dolu oluşuyla hatırlıyorum. Peki, Halit Kıvanç evin içinde kimdi? Nasıl bir baba, nasıl bir eşti?

Ü.K: Bizim evin işleyişinde belirleyici olan her zaman annemdi. Bu durum sanırım babamın da çok işine geliyordu. Çünkü annemin çekip çevirdiği, idare ettiği bir yerdi bizim evimiz. Ben babam gibi insanlara sahne insanları diye bir isim veririm. Bu insanların bizlerle ilişkisi, dünya ile ilişkisi ve kendileri ile ilişkisi farklıdır. İlk bakışta çok bencil, çok benmerkezci gözükürler. Bu kötü biri oldukları anlamına gelmez ama kendileriyle meşguldürler esas olarak. Annem gibi her şeyi idare edebilen birinin olması bu anlamda babamın işini çok kolaylaştırdı. Sürekli işi olan, devamlı bir yerlere gitmesi gereken, işi için sürekli hazırlanan, iş disiplini çok yüksek bir insandı. Magazin, televizyon sunuculuğu gibi işlerdeki birçok insan öyle değildir, daha rahattırlar. Kaç senelik maç spikeriyken hâlâ her hafta, maçtan bir gün önce tuvalete girer orada cümleler kurar, yabancı takımların, yabancı oyuncuların isimlerini, okunuşlarını ezberlerdi. İçerden duyardık sesini. Kendi işleriyle meşguldü sesini korumak için birtakım şeyler yapardı. Bir de tabii sahneye hazırlanma faslı vardı. 120 tane kravatı tek tek takıp “Bu olmuş mu, bu olmuş mu?” diye anneme sorardı. Etrafıyla çok ilgili bir insan değildi. Çalışma masası insanı değildi ancak gazetelerde çalıştı, kitap yazdı. O durumlarda masada daktilo başında görebilirdik. Bir de babamın bitmek bilmeyen bir oda yerleştirme şeyi vardır. Ciltler, kupürler gibi şeyler biriktirir, sonra bir kısmını işe yaramıyor artık diye atar fakat sürekli birtakım kupürler kesilir, birtakım çekmecelere konurdu.

U.Y: Gazete kupürleri dediğinizde hatırladım, Socrates dergiye bir arşiv hediye etmiş. Sunay Akın’a da Pele’nin imzalı topunu hediye etti. Hep bir arşivci tarafı vardı sanırım.

Ü.K: Tabii, çok insana çok şey verdi. Pele’nin imzalı topunun da havası sönmüştü artık. Evde hep oynardım o topla ama sadece evde oynardım, dışarı çıkarmazdım. Babam aslında çok güncellik insanıydı. Mesela arşivciydi ama “Aa tamam bunun zamanı geçti. Artık işe yaramaz.” dediği noktada onun açısından devreden çıkmış oluyordu. Babamdaki bu özellik bir gazeteci için çok önemli bir özelliktir. Şöyle bir anekdot anlatayım. Bir ara daha çok arşivi varken ufak çekmeceleri vardı, içi kupür dolu. Bir gün biz Erol Günaydın’dan bahsediyorduk. Arkadaşımla birlikte bir proje düşünmüştük. Hayatının evrelerini kendisinin oynadığı bir belgesel yapma planımız vardı. Bu konuyu evde açmıştım, babamın da ahbabı tabii Erol Günaydın. Erol Günaydın’ı evlendiği zaman, evleri hazır olmadığı için para toplayıp otele göndermişler. “Hatta yazmıştım ben bunu Fırt’ta.” dedi. İçeri gitti ve beş dakika sonra elinde kupürle geldi. Böyle bir tarafı da vardı arşivciliğinin.

Kimseyle mi bir kavgası olmaz insanın?

U.Y: Bir baba olarak otoriter ve disiplinli miydi?

Ü.K: O işlere annem bakardı, öyle söyleyeyim. Babamın hayat felsefesi şöyle özetlenebilir: Aman bir tatsızlık

çıkmasın. Kaprisli, egosu yüksek insanların cirit attığı alanlarda bunca sene yaşayıp da kimseyle mi bir kavgası olmaz insanın? Bir şeye karışmaması da mümkün değil. Kim geldi, kim gittiye kadar her şeyle uğraşması gereken bir pozisyondaydı hep ama mesela onun aleyhinde konuşan kimse çıkmadı. Magazin alemi her türlü dedikodunun olabildiği bir yer sonuçta. Genellikle iyi anılır, insanlar güvenirdi. O anlamda başarılıydı bence.

U.Y: İyi yönetiyordu ilişkilerini benim anladığım kadarıyla.

Ü.K: Herhalde. Öbür insanlar tarafından bakıldığında başarılı gözüküyor. Kimseyle özel bir meselesi yoktu.

U.Y: Halit Kıvanç ikamesi olan biri de değil ya, bir sunucu, bir gazeteci gibi birçok vasfı bir arada topladığı için kimsenin herhalde onun yerine geçmek veya onun yerini kaybetmek gibi derdi de olmadı hiç.

Ü.K: Türkiye’de birtakım işlerde hiçbir zaman insan fazlalığı olmazdı zaten. Mesela uzun bir zaman boyunca Orhan Boran, Halit Kıvanç, Erkan Yolaç vardı. Üç tane bilinen sunucu. Herkesin alanı, kulvarı belliydi. Annem de babam dolayısıyla birçok ünlü şarkıcı, müzisyen, sahne sanatçısı insanla tanışmıştır. Onun da bir güvenirliği vardır onlar tarafında. Bülbin abla diye de bir müessese vardı yani. Babamın da biraz sırtını dayadığı bir müesseseydi o.

U.Y: Peki böyle sürtüştüğünüz, ters düştüğünüz bir şey var mıydı?

Ü.K: Babamın kendi başına bir kural koyması, bir şeyi yasaklaması ya da seni cezalandırması gibi bir olay hiç olmadı. Tabii, 19 yaşında bir genç olarak solcu oluyorsun ve bir yıl sonra her gün üç beş kişi ölmeye başlıyor memlekette. Babam gibi birinin hayatında olacak işler değildi bunlar. Hiç hoşlarına gitmiyordu ama çok kavga etmemiştik yine de.

“Siz Ümit’in babası mısınız?” diyenler oldu.

U.Y: Sizin için “Boynuz kulağı geçti.” diyor Futbol Bir Aşk kitabında.

Ü.K: Ben de yazmaya, çizmeye, film yapmaya başladıktan sonra, beni de tanıyan birileri çıkmaya başladı. Ve bir yerlerde onun karşısına çıkıp “Siz Ümit’in babası mısınız?” diyenler oldu. Yoksa babamla kim boy ölçüşebilir, böyle bir şey olamaz.

U.Y: Peki bu sizin belgesele, sinemaya yönelmenizle ilgili özel bir durum var mı? Yani gazetecilikle belgeselcilik biraz göbek bağı olan şeyler.

Ü.K: Evet bir bağ var tabii ki. Yaşam alanlarımız çok ayrıydı bizim. Biz internet gazetesi diye bir yerde yazmaya başlamıştık. Mesela babam onu anlayamadı. Soruyor mesela “Patronu kim?” diye. Eski bir gazete gibi düşünüyor. “Nerede?” diyor mesela. Diyoruz “Yeri yok bunun.” Sahne insanlarının böyle bir trajedisi var. Sen dünyanın en tanınmış insanı da olsan, belli bir yerde seni emekli ediyorlar. Başka türlü yaşamayı bilmiyordu ki. Bütün hayatını yıllar boyunca sahnede geçirmiş. O olmayınca tabii babam için biraz zor oldu.

F.Y: Sizin ilgi alanlarınız farklıydı. Onun neyi sevdiği, neyle ilgilendiği, neye yöneldiği belli. Peki sizi teşvik etmeye çalıştı mı?

.K: Fiilen o bir şey için çalışmış olmasa bile, o evde yetiştiğim için düzgün bir Türkçe konuşabiliyorum. Ben sekiz yaşındaydım eski daktilosunu bana verdiğinde. Sekiz yaşında önüme daktilo konduğu için muhtemelen benim hayatımda bir şeyler değişti tabii ki. Sürekli yazılan, çizilen, okunan bir yerde bulunmak insanı çok şekillendiren bir şey.

Yaşam alanlarımız çok ayrıydı bizim. Biz internet gazetesi diye bir yerde yazmaya başlamıştık. Mesela babam onu anlayamadı. Soruyor mesela “Patronu kim?” diye. Eski bir gazete gibi düşünüyor. “Nerede?” diyor mesela.

F.Y: Sizin yazar kimliğiniz de daha o yaşta oluşmaya başladı herhalde.

Ü.K: O kadarını iddia edemem tabii ama sonuçta ona bir kapı açılmış gibi. İçeriye bakıyorsun orada ne var diye.

U.Y: O dünyanın içinde doğmak gibi bir şey.

Ü.K: Gazeteye gidiyordu, beni de götürüyordu. Ağabeyler vardı orada. İnsanın hoşuna gidiyor tabii. Belki de bir şeyler kapıyorduk bilmiyorum. Ben sonra gazetede çalışmaya başladığımda zaten bildiğim bir yere gitmiş oldum. Bunlar büyük avantajlardı. Sonrasında yollarımız ayrıldı. Şu meşhur 12 Eylül öncesi dönemde bambaşka
bir hayat oldu. Bizim kafamız çok başkaydı, uğraştığımız şeyler başka, dertlerimiz başka. Onu bugün anlatabilmek zor tabii. Bizim öyle büyük bir kavga gürültümüz de büyük bir iş birliğimiz de olmadı.

U.Y: İdeolojik duruş olarak Halit Kıvanç’a dair hiçbir şey bilmiyoruz. Size dair çok şey biliyoruz ama.

Ü.K: Babam da annem de tipik bir cumhuriyet çocuğudur. Onların kuşak günümüzün meselelerine biraz daha öncesinin bakış açısıyla bakarlar. Onların yaşındaki insanların böyle olması da çok doğal çünkü en ateşli zamanda yetiştirilmişler. Şimdi onlardan da eski kafayla bugünün sorunlarına bakan çok insan var.

Babam çok uzun süre insanların sandığından çok daha az para kazandı. Mesela TRT’den komik paralar alıyorlardı. Maç anlatmayı bırakmasının sebeplerinden biri de bu. Bir yere taksiyle gidip geliyor, alacağı paradan bir şey kalmıyordu ama devam ediyordu. Çünkü mikrofonda olmak istiyordu. Hani derler ya sahne tozu diye, öyle bir şey var gerçekten.

U.Y: İdeolojik olarak sizinle bambaşka bir noktada oluşu bana çok sağlıklı bir ebeveyn davranışı gibi geliyor. Sizin bu şekilde bir ideolojik duruş sergileyebiliyor olmanızda, fikrinizin arkasında durabiliyor olmanızda babanızın ya da annenizin payı ne kadar?

Ü.K: Annem solcu diyemeyiz ama sola meyilli bir insandı. Zaten Türkiye’de bugün bile hala solla Kemalizm arasında bana göre olmaması gereken ama fiilen de meydana gelmiş bir yakınlık var. “Canım onlar da bizden değil mi?” diyorlar ama sonuçta darbe oluyor ve solcu gençleri asıyorlar. Ben onlara Ecevit’in aslında o kadar da iyi bir adam olmadığını anlatmaya çalışıyordum gençken, böyle tartışmalar oluyordu. İnsanları daha keskin bir şekilde karşı karşıya getirebilecek köklü meseleler daha sonra gündeme geldi. Yani artık bir ebeveynin çocuğuna söz geçireceği zamanlar geçmişti. Bizim dönemimizde, içine girdiğimiz halet-i ruhiye öyle anneyi, babayı dinleyecek bir durumda değildi. Evden beni ret de etse, ben yine yoluma devam edecektim. Annemin eczanesi vardı. Bu yüzden ben küçükken babaannemle vakit geçirirdim. Babaannem de çok samimi, Müslüman bir kadındı. Doğal bir adalet duygusu vardı. Mesela arkadaşım eve gelirdi, “Oğlum arkadaşına bir şeyler ikram etsene.” derdi. Buzdolabında var, alsın derdim ben de. “Olmaz öyle, bizde olan bir şey onlarda yoksa üzülmesin.” derdi. Bir insan durduk yerde solcu olmuyor, mutlaka çocukluğumdan da bir şeyler oldu. Bunların beni etkilediğini düşünüyorum. Annem de 1965 yılında TİP’e oy vermiş. Sosyalist olduğu için yapmıyor bunu, orada onun hoşuna giden bir şey var. Bizim evde zengin kavramı olumlu bir kavram değildi. Babam bir dönem çok iyi para kazanmış meğerse. Ama bizim hayatımıza bakıldığında, ben bizi olduğumuzdan daha az varlıklı zannettim hep. Lüks bir şeylerle karşılaşıldığında hoş karşılanmıyordu. Bu anlamda bana çok karşı gelindiğini düşünmüyorum. Fakat bizim dönemde, 20’li yaşlarımızdayız ve kendimizi Afrika’dan da sorumlu ilan ediyoruz. Sanki ertesi gün yapacağımız şey dünyada çok şeyleri değiştirebilecekmiş gibi bir ruh hali içindeyiz. Öğrenciysen bir üniversitede, sabah evden çıktığında akşam dönüp dönmeyeceğini kimse bilmiyor, böyle bir dönem yaşanıyor. Kürt meselesi çok enteresan bir ayrım noktası oldu. Babamın o apolitikliğinin yanı sıra “Adamlara da çok haksızlık yapılıyor.” derdi. Kıbrıs meseleleri çıkmaya başladığı sırada Abdi İpekçi, babamı oraya yollamış. O da daha sonra istememiş. O zaman birtakım şeyleri fark etmiş ama bunu bize çok sonra anlatmıştı.

F.Y: Halit Kıvanç’ın yoldaşım diye bahsettiği biri var mıydı? Kitabında mesela mentor olarak görüyorum diye bahsettiği biri var, Burhan Güngör.

Ü.K: Burhan amca onun hukuktan arkadaşı. Benim bildiğim zamanda daha çok gazetecilerdi. Biz Gazeteciler Mahallesi diye bir yerde oturduk. Ben kırk yaşıma kadar da orada oturdum. Gazeteciler bir kooperatif kuralım, ev sahibi olalım demiş. Bütün mahalle gazeteci, yayıncı, yazar. Herkes birbirinin evine giriyor, çıkıyor. Birkaç aile çok yakın ilişkiler içerisindeydi zaten. Onun dışında babamın yakın olduğu insanlardan birisi Müjdat Gezen’dir. Müjdat Gezen, babamların karşı evinde oturuyordu. Onun doğumunu biliyor babam.

U.Y: Nasıl buluşurlardı? Evde sofralar kurulur muydu?

Ü.K: Uzunca bir dönem yemeğe misafir gelirdi zaten ya da yemeğe misafirliğe gidilirdi. Bizim evde de çok sık olurdu böyle şeyler. Annem de çok güzel yemek yapar. Babaannem de vardı takviye olarak. Güzel sofralar kurulurdu.

Babamla hiçbir yere gitmek istemiyordum

U.Y: Şunu çok merak ediyorum ben, gündelik hayatta ne yiyor, ne içiyordu?

Ü.K: Bence aşırı derecede kalender bir adamdı çünkü esas mesele işiydi onun ve önüne peynirli yumurta kırıp versen, yiyip devam ederdi. Annemle bir zamanı çok güzel geçirdiler. Babamın işlerinin yoğunluğunun bir nebze azaldığı, imkanlarının da olduğu bir zamanı. Bir sürü yere gittiler, gezdiler. Bir de tabii babam bir yere yemeğe bir kere gittiği zaman, ikinci gidişinde ona göre ağırlanıyordu. Babamla hiçbir yere gitmek istemiyordum ben mesela. Çünkü normal bir şekilde oturamıyorsun, sürekli birileri geliyor, gidiyor. Hele son dönemde fotoğraf çektirme işleri de çıkınca artık bir yere gitmek imkânsız hale gelmişti. Bir kere annem bir yere gitmişti, o kalmıştı evde. Ben de yanına uğradım. Baktım bisküvi falan yiyordu.

U.Y: Bu hakimlik meselesi de ilginç.

Ü.K: O çok ilginç bir süreç tabi. Siirt Kozluk’a gittiğinde Türkçe konuşabilen tek kişi var, mahkemedeki mübaşir. Diğer herkes Kürtçe konuşuyor. Yolun bir kısmını atla gidiyorlar falan. Oranın ağası onu buyur etmiş, sofralar kurulmuş. Fakat kimseyle konuşamıyor. Sözlük yaptığını söylemişti. Mübaşire sorup Kürtçe – Türkçe sözlük yapmış kendine.

U.Y: Dava anısı var mı hiç?

Ü.K: Şöyle ilginç bir şey var, iki ay hakimlik yapmış, bu arada bir tane ıslahat oluşturmayı başarmış. Mesele de şu, bir sürü arazi köylülere yasak orada. Köylüler hayvan otlatmak için, yasak olan araziden geçmek zorunda kalıyorlar ya da oradaki otlar büyüdüğü için çaktırmadan otlatalım hayvanları diyorlar. Köylüler hakkında devlet kamu arazisine işgal davaları açılmış. Babam da gitmiş bakmış bu işgal değil, işgal olması için adamın orada kalması lazım, adam oradan hayvanı otlatıp geçiyor
işgal sayılmaz bu diye yazı yazmış. Onlar da onu haklı bulmuşlar. Oradaki bütün davaları böylece çözmüş olmuş. Tabii hakimliği bırakıp gelmiş yani.

F.Y: Neden bırakmış hakimliği?

Ü.K: İşte Kozluk’a gidince ben bunu yapamam demiş. Bir de dergiye girmiş. Bir kere o mikrobu kapınca…

U.Y: İstanbul’da Hukuk Fakültesi’nde okuyorsunuz, en başarılı öğrencisiniz. O zehrin ne demek olduğunu biliyorum ama avukatlık da iyi bir meslek.

Ü.K: Adamın gözü orada değildi. Babam çok uzun süre insanların sandığından çok daha az para kazandı. Mesela TRT’den komik paralar alıyorlardı. Maç anlatmayı bırakmasının sebeplerinden biri de bu. Bir yere taksiyle gidip geliyor, alacağı paradan bir şey kalmıyordu ama devam ediyordu. Çünkü mikrofonda olmak istiyordu. Hani derler ya sahne tozu diye, öyle bir şey var gerçekten.

U.Y: İstanbul Ekspres İtalya’ya gönderiyor Dünya Kupası’na. Gitmişken Papa’yla, Avusturya Cumhurbaşkanı ile görüşüyor.

Ü.K: Acar muhabir performansı sergilemiş resmen. Aradan sıyrılıp bir şekilde yapmış. O da bir beceri tabii.

U.Y: Medeni cesareti de çok yüksek.

Ü.K: Evet, girişken bir adam. Mesela ben de topluluk önünde konuşurken hiç utanıp sıkılmadım. Bana da böyle bir katkısı var. Burada genetik bir şey var bence.

U.Y: Bunun bir tedavisi, bir reçetesi yok anladığım kadarıyla.

Ü.K: Yok. Bende sahnede bir rahatlık var ama sorarsanız orada olmamayı tercih ederim. Fakat o sahne insanları, sadece babamdan bahsetmiyoruz yani, gerçekten sahnede olmak durumundalar.

U.Y: Demet Akbağ’a neden sinema değil de tiyatro diye soruyorlar. Karşılığını peşin, alkışını peşin alıyorsun çünkü diyor.

Ali Sami Yen’de Metin (Oktay) ağabeyle beraber antrenman yapmıştım. Karlı, buzlu havalarda küçücük çocukları çalıştırıyordu. Ayakkabılarım battı diye şikâyet edecek oldum, çocukların ayağında doğru dürüst ayakkabı yok diye girişmişti bana.

Ü.K: Tiyatro bambaşka bir şey bu açıdan. Şimdiki tiyatroda seyirciyle olan ilişki de bir tuhaf. Mesafe çok açıldı. Eski tiyatroda oyuncu, seyircinin ruh halini sezebiliyordu. Her temsilde yeniden öğrenilen ve terkedilen oyunlar vardı.

U.Y: Oradaki doğru kelime temsil sanırım. O retorik de temsili destekliyor. Bence Halit Kıvanç’ta da öyle bir hava var. Sonuçta o da sahnede bulunuyor. Bir şeyleri takdim ediyor ve ederken duygulanımı da bambaşka yaşıyor. Sihirli bir şey.

Ü.K: Onun ellinci yılında bir gece düzenlendi. Erol Evgin çıktı sahneye. “Biz yıllarca kulisten baktığımızda Halit ağabeyin sırtını görürdük ve bu beni hep güvende hissettirirdi.” Diyor. Bunlar bizim anlayabileceğimiz şeyler değil.

F.Y: Efsanevi bir olay var. Bir maçın kaydı başarısız oluyor ve yazdığı notlardan, aklında kalanlardan bütün doksan dakikayı baştan anlatıyor.

Ü.K: Benim hatırladığım bir Dünya Kupası finaliydi. Babam maçı anlatıyor. Biz maçı izliyoruz ama ses yok. Adam bütün maçı anlatmış orada, yayınlandığını zannederek.

F.Y: 1970’lerde Meksika’da bir maç vardı, ondan bahsediyorsunuz sanırım.

Ü.K: Evet sanıyorum Meksika’ydı. Tabii böyle çok hikayeleri var. Niyazi Sel, Fenerbahçe yöneticisi. 1956 yılında Fenerbahçe-Dinamo Moskova maçı için Moskova’ya gidiyorlar. Maçı da aynı zamanda Fenerbahçe’nin yöneticisi olan Niyazi Sel anlatacak. Devre arasında içeriye gidiyor ve insanları oyalaması için de mikrofonu babama bırakıyor. Babam da anlatıyor ama Niyazi Sel maç başlarken gelmiyor. Babam anlatmaya devam ediyor, anlatıyor, anlatıyor. Sonra bir bakıyor ki Niyazi Sel gelmiş meğerse. Çok güzel anlatıyor diye bölmek istememiş. Burada biraz da doğal diyebileceğimiz bir şey var çünkü bunun bir eğitimi yok. O girişkenlik ve kendini toplum karşısında rahat hissetme durumu olmadan, olamayacak bir kariyerden bahsediyoruz.

U.Y: Tasvir yeteneğinin de kuvvetli olması lazım. Edebiyat ile ilişkisi nasıldı?

Ü.K: Kitap okumaz değildi ama öyle çok yakın bir ilişkisi de yoktu. Annem çok okurdu, hala da okumaya çalışıyor. Bol bol kitabımız vardı ama kitapsız bir ev değildik.

Halit Kıvanç bir takımın değil, herkesindi

F.Y: O kadar program sundu, röportaj yaptı, dünya kupalarına gitti. Hiç “Ah be şunu yapamadım!” dediği, içinde kalan bir şey var mıydı?

Ü.K: Bir Dünya Kupası’na gidememişti. Onun ilk çağrılması gereken bir şeye onu çağırmamışlardı. Onun dışında babam aslında yapmak istediklerini yapan
ve yaşamak istediği hayatı büyük ölçüde yaşayan bir insandı. Bu durum gökten düşmedi, kendi yarattı bunu ama şanslı da sayabiliriz kendisini. Magazin kahramanı olmaması da işine yaradı. Birileri onun telefonunu edinip, arayabiliyorlardı. Birincisi ulaşılabilirlik, kendine yakın görme. İkincisi kendisi Fenerbahçeli ama Galatasaray gecelerine de çağırılıyordu. Bu da büyük bir güvenirlilik sağlıyordu. Halit Kıvanç bir takımın değil, herkesindi.

U.Y: Çok güzel bir eleştirisi var. “Hasta Fenerbahçeli değilim ben sağlıklı Fenerbahçeliyim.” diyor.

Ü.K: O biraz cumhuriyetçilik ve milliyetçiliktir. Gerçek bir Fenerbahçe taraftarı Avrupa takımına karşı Galatasaray’ı tutmaz. Babam öyle değildi.

F.Y: Binden fazla ödülü olduğu söyleniyor. Ödüllerimi koyacak yer bulamıyorum demiş. Bir ödül dolabı var mı?

Ü.K: Ödüllerinin çoğunu yok etti. Bir ödül dolabı var evde ama bir tane. İçinde varsa yoksa elli ödül vardır.

U.Y: Almaktan onur duyduğu bir ödül var mıydı?

Ü.K: Kendince daha anlamlı bulduklarını yani gazetecilik, spikerlikle ilgili olanları sakladı. Atatürk ile ilgili bir şeyler varsa onları da sakladı.

U.Y: Bir Halit Kıvanç sözlüğü gibi bir şey var mı? Literatüre kattığı, radyo programı yaptığı zamanlardan kalan kendi ürettiği bir tasvir.

Ü.K: Maçlarında vardır ama daha çok çevirilerde ikonik tasvirleri var. Asteriks çok önemli bir çizgi romandır ve Tercüman’dayken onları çevirdi. Yıllar sonra okuduğumda fark etmiştim, çok güzel çevirmiş. Mesela Asteriks’in bazı esprileri çok siyasidir. Babamın alanı olmamasına rağmen bir şekilde altından kalkmış. Asteriks’i güçlü yapan şerbeti, deve gücü tazı hızı şerbeti diye çevirmiş. Oburiks, Hopdediks olmuş. Necati Karakaya’nın “Top taçta mikrofon Kıvanç’ta” diye bir cümlesi de vardı.

U.Y: Bir stadyum meselesi var. Gaziosmanpaşa Stadı.

Ü.K: Babamın cenazesinin olduğu akşam, Ekrem İmamoğlu anneme baş sağlığına geldi. Adını bir yere vermek istiyoruz dediler. Gaziosmanpaşa’da bir semt stadı yapılmış. On dört tane semt kulübü varmış. Onların hepsi dönüşümlü olarak yararlanabilecekmiş. Oraya ismini vermek istediler. Tabii babam söz konusu olunca böyle bir teklifin daha büyük kulüplerden gelmesi bekleniyor. Büyük kulüpler ve camialar şaşılacak derecede az ilgi gösterdi. Bizzat kongre üyesi olduğu Fenerbahçe kulübü hastalığı boyunca hiç ilgilenmedi. Cenaze için de kimse bir yardımda bulunmadı. Temasa bile geçmediler. İşe yaramayacak hale geldiğinde yüzüne bile bakmadılar. Bir vefasızlık ve riyakarlık örneği. Açıkçası bu konuda öfkeliyim Fenerbahçe’ye.

U.Y: Pele’yi bir de sizden dinlesek?

Ü.K: Tam bir acar gazetecilik işi. Brezilya’nın dünyaca meşhur oyuncuları var, onlardan biri ile röportaj yapmak istiyorlar. Oyuncular çok yoğun ama bir oğlan var ve geleceğin yıldızı olabilir diyorlar. İşte orada röportaj yapıyorlar Pele ile. Pele, o Dünya Kupası’nda Pele oluyor. Sonrasında Halit Kıvanç Pele’yi keşfetti diyorlar. Tam olarak öyle olmuyor tabii. Sonra babam dünya kupalarına gittikçe Pele de onu hatırladı, tanışıklıkları oldu.

U.Y: Pele, Metin Oktay ve Halit Kıvanç’ın bir fotoğrafı var.

Ü.K: Evet, Metin ağabey de çok yakın biriydi bize. Evimize sürekli gelip giden, “Hanım evladı olma.” diye beni sık sık döven. Bayağı çektim ben ondan ama çok severdim.

U.Y: Aile olarak görüşüyordunuz anladığım kadarıyla.

Ü.K: Tabii ki. Kilyos’a denize gitmiştik. Ben denize girmek istemiyordum ve beni kumda her yerim kumla dolana kadar sürükleyip bırakıyordu. Ben de mecbur girmek zorunda kalıyordum. Ali Sami Yen’de Metin ağabeyle beraber antrenman yapmıştım. Karlı, buzlu havalarda küçücük çocukları çalıştırıyordu. Ayakkabılarım battı diye şikâyet edecek oldum, çocukların ayağında doğru dürüst ayakkabı yok diye girişmişti bana. Ama işte iyi ki olmuş diye düşünüyorum şimdi. Bir keresinde annem ona küsmüştü. Gecenin bir yarısı Sulu Kule’den bir ekip toplayıp evin önüne gelmiş. Pencerenin Perdesini Aç Bana Göster Yüzünü diye bir şarkı açmış. Barışmazsan gitmem diye tehdit etmiş. Öyle de tatlı bir adamdı.

https://www.youtube.com/watch?v=sRTJilLiUoA&t=1041s

 

Kategori: Medya, Söyleşi

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

One Comment

  1. […] Nesiller Boyu Memleketin En Tanınmış İnsanı, Babam: Halit Kıvanç […]

Yorum Yazın