Caravaggio’dan Yapay Zekâya Sanatın Yolculuğu
Hande Aral Uluk, Sedat Erol, Umut Yiğit, Mustafa Burak Avcı, Ece Nisa Güven
Derin düşünceleri ve büyüleyici anlatımıyla tanınan yazar Gündüz Vassaf, sanat tarihinin figürlerinden biri olan Caravaggio’yu derinlemesine inceliyor. Caravaggio ile yedi yıl süren sanatsal yolculuğunu anlatan Vassaf, bu yolculukta ayrıntılara bakış açısının nasıl yeniden şekillendiğini gösteriyor. Yazar ayrıca dijitalleşmenin edebiyat ve sanata olan etkinlerini inceliyor. Gündüz Vassaf, okuyucuları ilham verici bir yolculuğa çıkarıyor.
Hande Aral Uluk: Merhaba ismim Hande, hızlıca ilk soruma geçmek istiyorum. Siz sıklıkla bir kültürün içinde dolaşmaktan, orada vakit geçirip o anda yaşamaktan bahsediyorsunuz. Peki, siz yaşamak istediğiniz yerleri seçerken nasıl karar veriyorsunuz?
Gündüz Vassaf: Hangi ülkeye gittiğim, nerede kaldığım genellikle tesadüf oluyor. Fakat son yıllarda hoşlandığım, yavaş turizm adını verdiğim bir durum var. Bir yerin etrafında koşacağıma, bir yerde oturayım ve o şehir benim etrafımda dönsün istiyorum. Sanki oralıymışım gibi yerleşmeyi, insanlarıyla konuşmayı ve oranın havasını solumayı seviyorum. Ondan sonra ise yeni bir şehirde kaybolma, kendimi kaybetme hikâyesi başlıyor. Kaybolma duygusu hem biraz ürkütücü oluyor hem de keyifli hissettiriyor ve kendinizle iddialaşmaya başlıyorsunuz. Kimseye sormadan yolumu bulabilecek miyim, yoksa birilerine soru sormaya mecbur mu kalacağım gibi sorular zihnimde dolanmaya başlıyor. Baktığımda birine soru sormanın da çok ayrı bir keyfi var çünkü birileriyle tanışıyorsun. Bazen bakkaldan çıkmış birini takip ediyorsun, elinde ekmekle nereye gittiğini nasıl bir yerde oturduğunu düşünüyorsun ve bir hikâye çıkıyor ortaya. Şehir veya yer seçmekten ziyade, olduğum yerde tesadüflerin, bana göz kırpanların peşinden koşmak daha hoş.
Sedat Erol: Ressamın İsyanı’nı okuduktan sonra mekân ve kilise üzerinden Caravaggio’ya gelmek istiyorum, orada anlattığınız bir pasaj vardı. Caravaggio ‘Din ekolojisti, Vatikan pisliğinin ruhumuzu kirleten izlerini, resme dönüştürerek temizliyor’ diyor. Sizin kaleminizden çıkan Caravaggio’yu ve onun kilise ile olan ilişkisini sizden dinleyebilir miyiz?
G.V: Sanat tarihçilerinin Caravaggio hakkında yazdıklarını okudum. Ona sefil, psikopat bir adam ama aynı zamanda iyi, dindar bir ressam olarak bakıyorlar. Neden dindar bir ressam olarak baktıklarına gelirsek çünkü resimleri hep kilisede geçiyor. Hep azizleri, Meryem’i, İsa’yı yapmış ama bunları yaptı diye dindar olması şart değil tam tersi de olabilir. Düşünsenize bir fotoğrafçısınız ve sizi futbol maçına yolluyorlar ama siz futboldan nefret ediyorsunuz. İşinizi yapmak için futbol sevmenize gerek yok, sizin işiniz bu. İşte onun da başka bir resim yapma lüksü yok.
1500-1600’lerin başında peyzaj adını verdikleri manzara, çiçek resimleri yeni başlıyor ve resimden para kazanmak isteyenler mecbur Vatikan için çalışmak zorunda kalıyor. Caravaggio, Vatikan’ın inancını belli etmiyor ve ben orada Caravaggio’yu sorgulamaya başladım. Belki orada Vatikan’a kendi inancıyla ilgili mektuplar yazıyor ve tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor. Aslında kelle koltuk gidiyor ama yine de çizeyim diyor. 1600’lerde engizisyon var ve Vatikan’la ters düşenlerin kellesi alınıyor veya yakılıyorlar. Caravaggio bu dönemde Vatikan’ı şaşırtacak resimler yapıyor, dini kişileri yaparken dini simgeler kullanmıyor. O dönem birçok İsa resminde hale kullanılırken o hale kullanmıyor. Caravaggio’dan önce ressamlar asillerin kılık kıyafetlerini çizerken, o sokaktaki insanı yapıyor.
Neden hiç melek yok diyenlere ise bana melek göster yapayım diyor. Yani temelden Vatikan’ı sorgulamaya başlıyor ve sadece bununla yetinmiyor. Mesela yoksul insanların arasında yaptığı Meryem modellerinden bir tanesi, Roma’nın o dönemin en tanınan fahişesi olarak karşımıza çıkıyor. Aslında bu durumda kelle hemen gitmeli ama kim sen fahişeyi Meryem olarak yaptın diye ihbar edecek? Kardinal sen bunu yaptın derse, sen o kadını nereden tanıyorsun diye sorulacak. Kısaca dengeyi çok iyi kolluyor ve risk alıyor.
“Caravaggio beni daha sabırlı biri yaptı. Onun peşinden farklı müzelere giderken hayat yavaşladı ve ben derinlemesine yaşamaya, okumaya başladım.”
H.A.U: Siz Caravaggio ile uzun bir yolculuğa çıktınız. Kitabı yaklaşık yedi yılda yazdınız, onunla çok zaman geçirdiniz, kiliseye çok zaman harcadınız. Bu süreçte Caravaggio sizi değiştirdi mi?
G.V: Caravaggio beni daha sabırlı biri yaptı. İstanbul’dan ve ailemden epey uzak tuttu ama yetti. Şuraya gideyim, bunu göreyim gibi yeni bir şey aramaz oldum. Caravaggio peşinden farklı müzelere giderken hayat yavaşladı ve ben derinlemesine yaşamaya, okumaya başladım. Ben resimlerine hiç dikkatli bakmamıştım ama artık ayrıntılı, kuş bakışı şeklinde bakıyorum. Karakterlerine, resimlerinde kullandığı modellere dikkat ediyorum, resimlere bakmanın sonu yok. Eskiden kültür ukalalığından herhangi bir müzeye gidiyordum. Birkaç resme bakıyordum ondan sonra sıkılıyorsun tabii, hiçbir şey anlamıyorsun ve hızlıca yürüyüp geçiyorsun. Bazen bekçilerden utanırdım, ‘Bu adam resimden anlamıyor mu hızlıca geçiyor’ gibi mi düşünüyorlar acaba diye. Çünkü sanki müzelere, alışveriş merkezinin yığın malını sürmüşler. Fakat bir resmi görmeye gidiyorsunuz başka hiçbir şeyi değil. O zaman resimler bambaşka oluyor ve ben bunu Caravaggio’dan öğrendim.
H.A.U: Caravaggio ile kendiniz arasında bir özdeşlik kuruyor musunuz, yakın hissediyor musunuz?
G.V: Caravaggio dönemin ressamları gibi burjuvaca giyinmiyor, fular takmıyor. Siyah bir ceketi, siyah pantolonu ve fuları var ve onlar lime lime olana kadar onları giyiyor. Hâlbuki ressamların çoğu şıklıklarına düşkünler. Ben de önem vermezdim özellikle nasıl yaşadığıma. Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nde hoca olduğum dönem, hocalığa uygun olmayan bir yaşam tarzım vardı. O zamanlar üniversitenin genel sekreteri Cumhuriyet Gazetesi’nde yazardı. Ben de hem yazar hem okurdum ve onunla arada sohbet ederdik. Genel sekreter bir gün beni ofisine davet etti ve polis senden şikâyetçi ve bu nedenle seni takip etmişler dedi. O zaman Türkiye’deki kişiler takip edilirdi ve bu çok normaldi. Polisler rahatsız olmuşlar çünkü yaşam biçimimi bir üniversite hocasına yakıştıramamışlar. Çünkü ben her gün evde yatmıyormuşum. Onlar da hiç üniversiteye gitmemiş çocuklar oldukları için zihinlerindeki hoca bambaşka bir şey olmalı. Beni üniversiteye yakıştıramadıkları için şikâyet ediyorlar ve Caravaggio da azıcık öyle birisiydi.
Umut Yiğit: Caravaggio’da resmetmekten ziyade bir aksiyon içerme durumu var. Bir olay anlatıyor ve o olayı anlamak için resme bakmak değil, olayın içine girmek gerekiyor. Siz de böyle tarif ediyorsunuz. Ayrıca Caravaggio’nun sokağın diliyle, aydınların bilgeliğini birleştirdiğini ve hem sokaklarda hem saraylarda var olabildiğini söylüyorsunuz. Gerçek dediğimiz hakikat bu köprüden geçmek mi?
G.V: Birçok dünyayı birden yaşayabilmek zor. Hiçbirine ait olmadan, kendimizi hepsine ait hissedebilmek ve o empatiyi yapabilmek. O empatiyi kurmak o kadar kolay değil. Fakat Londra’dayken bir Londralıya benden ne için farklı diyerek bakmak yerine bu daha çok kim diye bakmak önemli. Bakarak, anlamaya ve içselleştirmeye çalışarak, ön yargıları. Bunu yapmak mümkün. Dostoyevski bunu çok iyi yapıyor, Suç ve Ceza kitabında kahramanı bir katil. Yani kendimizi belki de bir ağaç dalının yerine koyarak, rüzgâr beni sallıyor diyerek onu hissetmeye çalışmak önemli. O zaman kendi ciddiyetiniz kalmıyor ve kendinizi çok daha oynak, keyifli, maceralı bir hayatın içinde buluyorsunuz. Hem bir dalın ucunda sallanıyorum hem paslanmış gemiyim, bambaşka bir eğlence çıkıyor.
U.Y: Benim bundan neyim farklı değil de bu kim doğru soru.
G.V: Bu kim sorusundan da öte ben oyum. Ben kimse olmuyorum ki benim için önemli olan benim kimse olmamam. Yani kendi şartlarımdan, kendi koşullarımdan kurtulmak. Çünkü biz her gün beraber olsak birbirimize benzemeye başlayacağız, birbirimizin etkisi altında kalacağız. O bir üniformaya benzemeye başlayacak. Uzun yıllardır bir yerde çalışıyorsunuz ve takım ruhu var ama takıma başka birini almakta fena olmayabilir.
Sedat Erol: Anlatılarınızda zaman zaman anlatıcıyı siz olarak düşündüm ama bazen de başka birisiydi. Anlatıcı sizin gözünüzde nasıl biriydi? Romanı anlatan, oradakileri deneyimleyen anlatıcı kimdi? Mesela kilisede hep siz mi oturdunuz?
G.V: Hem ben olsun istedim hem ben olmasın istedim. O zaman çelişkiye düşüyor ve hem kim diye soruyorsun hem de bu olabilir mi diye. Ben de böyle biriyim. Her zaman kendime onu yapmış olamam diyorum ama yapmışım. Kilisede oturan ise hem bendim ve anlatıcıydı ama kilisede olan her şeyi ben yapmadım. Benim hayalimden geçen bazı şeyler vardı, Osurmak hikâyesi gibi. Onu yapmadım çünkü başkasını rahatsız etmek istemem ama o oyun olabilirdi. Oradan da edebiyatta osurmak işin içine giriyor yani bu edebi bir gönderme. Kilisede de olabiliyorsa her yerde olabilir.
“İnsan ilişkileri aynı zamanda bir sanat ama biz bunun üzerinde çok durmuyoruz. Özgürce konuşuyoruz veya kalıplara kilitleniyoruz.”
H.A.U: Romanda karakteriniz ‘Sanatın yol gösterme gibi bir işlevi yok, dünyayı değiştirmeye çalışmıyor.’ diyordu. Yani sanata çok anlam atfediyoruz, o noktada siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
G.V: Yalan söylememek, samimi olmak aynı insan ilişkileri gibi ve onu da farklı dillerde yapmak. Ressam fırçasıyla, yazar kelimelerle, müzisyen müzikle yapıyor. Aslında birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin hepsi birer sanat. Birini üzmemek, sevmek, onu da dinleyerek düşüncemizi tartışmak. Bunlar insan ilişkisi ama aynı zamanda sanat. Bunun üzerinde çok durmuyoruz. Özgürce konuşuyoruz veya kalıplara kilitleniyoruz. Hocayla, arkadaşla, sevgiliyle bunlar konuşulur gibi kalıplar koyuyoruz. O zaman insan ilişkileri sanat olmaktan çıkıyor ve bir üniforma, yalan oluyor. Bir misyonun varsa yalan söylüyorsun. Çünkü hayat tek bir misyondan ibaret değil. O misyonun varken de aklın farklı bir misyona gidebilir, sorgulayabilirsin ve bunun sonu yok. Bütün bu sonu olmayanların içinde olmalı sanatın ve misyonun. Bir yere, ortama ait olamamakla ilgili bu. Gereken performansı yapmaktan korkmak veya ben ne diyeceğim ile ilgili. Hep bir tutarlılık bekleniyor ama evren tutarlı değil. Fizikte küçük küçük tutarlılıklar bulunuyor ama her şey büyük bir belirsizlik üzerine kurulu. Kara madde, karanlık enerji bunların yüzde doksanını bilmiyoruz. Bu durumda bildiklerimiz nasıl tutarlı olabilir? Küçük bir mikroskobun altında tutarlılığı görebiliyorsun ama öyle bir şey yok, zaten olsa insanlar değişmezdi. On beş yaşındaki ben ve kırk yaşındaki ben aynı değiliz. Aynı insan, erkek, aşık değilim ve bambaşka bir insanım.
Burak Avcı: Yapay zekânın ortaya çıkışı sanat anlayışımızı değiştirdi mi? Yapay zekânın ürettiği ürünler herhangi bir sanat niteliği taşıyabilir mi? Sanatı sanat yapan nedir?
G.V: ‘Sanat diyecek miyiz, demeyecek miyiz?’ bu soruyu sormaya başladık bile. Romanya’da Bienal yapmışlar, küratörü yapay zekâydı. Japonya’da bir kız var ressam, resimleri satılıyor ve para ediyor ve buna sanat denmeye başladı. Birçok yazar ve çizer yapay zekâyı kendi işlerinin içine katmaya başladı. İnsan ve yapay zekâ karması ortaya çıkmaya başladı.
B.A: Bir şeyler üretiliyor ama o tadı ve dokuyu hissetmek mümkün mü? Sanat bunun neresinde sorusu akıllara geliyor.
G.V: Kelimemizi konuşmamızda icat ederek bir gerçekten, saflığımızdan uzaklaştık. Nasıl kediler birbirlerini bin bir türlü şekilde seziyor, hissediyor, konuşuyor biliyorsun. Biz bunları kelimelerimize hapsederek yapay bir dünya yarattık. Çünkü o kelimeler benim duygularım, düşüncelerim değil sadece ifade etmeye gayret şekli. Evet ve hayır dışında hiçbir kelime o kadar iyi ifade etmiyor, hatta onlar bile etmiyor.
H.A.U: Kitabınız kapanışında bir QR kod görüyoruz ve bu bizi dijital bir imza kampanyasına götürüyor. Siz sosyal ağlardan yükselen bu refleksleri nasıl görüyorsunuz?
G.V: Bir tür vicdan temizleme yolu, çünkü çok kolay. Bir şeye imza atıyoruz ve görevimi yaptım diyoruz. Aynı zamanda bir duyarlılıkta getiriyor ve yeni pencereler açıyor. Bak insanlar bundan rahatsız biz bunun için birleşelim diyorlar, bir birleşme arzusu var. Eskiden bizi ideolojiler, dinler, aile birleştirirken şimdi kampanyalar birleştiriyor. Bu müthiş bir şey vicdan bile temizlese bizi daha iyi yapıyor. Bizi eski aidiyetten, üniformadan çıkarıp evrenselliğe davet ediyor. Eskiden kolay kolay bir araya gelmezdi bu insanlar.
S.E: Sosyal medyada tek bir davranış kişinin geçmişini tamamen yok edebiliyor. Ben bunu Bruno üzerinden düşündüm, siz günümüz hareketini nasıl değerlendirirsiniz?
G.V: Bruno o dönemde ayvayı yemiş. Çünkü dinleri birleştirmeye çalışıyor, uzayla ilgili bilgiler sunuyor ve başka gezegenler var diyor. O yüzden bütün düzeni tehdit ediyor. Bruno’yu bir yerde putlaştırıyorum çünkü dünyanın sayılı düşünce mağdurlarından. Kampanya başlatıyorum, Papa’ya gidecek dilekçe vereceğim. Fakat o putlaştırdığım adam aslında kadını beşinci sınıf varlık gören birisi. Sonra putlaştırmamalıyım diye o sorgulamayı ve linçi de ben yapıyorum. Aslında hem putlaştırıyorum hem linçliyorum. İnsanları tarihten soyutlayınca, sadece yaptıklarını görünce bir dokunulmazlıkları oluyor ve insan olması bizi şaşırtıyor. Hatta o şunu yapmış diye dedikodu yapmaya başlıyoruz. Aslında putlaştırmasaydık, kadınlara kötü davranıyor olmasını kâle bile almazdık. Çünkü birçok düzen böyle kurulmuş.
“Tarih o kadar çok kimlik vermek ve düşman yaratmak için kullanılıyor ki tarihi kim elinde tutuyorsa, biliyorsa seni sürüklüyor.”
S.E: Gerçekten putlaştırmanın bir karşılığı gibi, öyle hissediyorum.
G.V: Nâzım Hikmet’in şiirinde var. Açıkça bazen birilerini üzmemek için veya durup dururken yalan söylediğini söylüyor. Yani kötülük yapıyor, yalan söylüyor ama bunları yaptığını da söylüyor. Ama Nâzım Hikmet’i putlaştıranlar onun böyle şeyler söylediklerini unutuyorlar, duymak istemiyorlar. Mesela Aziz Nesin, o da meşhur olmak istiyor ve Nâzım Hikmet ile aralarında bir yarış var. Aziz Nesin o yarış içinde Nâzım Hikmet’i insan gibi göstermek istedi. Nelerden hoşlanmadığını anlattı ve yazdıkları yüzünden yazarlar sendikasından atıldı. Putlaştırmanın varacağı bir nokta yok.
U.Y: Düzenle ilişkimizin arasında tarih bilinci, artık olması gerektiğini düşündüğüm bir şey değil demiştiniz. Tarih sizin için düzenin aygıtı haline mi geldi?
G.V: Siz bu soruyu sorarken içimden böyle mi demişim diye düşünmeye başladım. Şimdi düşününce son yıllarda tarihten bana ne dediğim çok oldu ama sanat için aynısını söyleyemem. Mağara resimlerinden tut, bugüne kadar o kadar çok şey var ki. Tarihte herkes kendi zamanının ruhuna, inançlarına ve elindeki malzemeye göre bugünden düne bakar bir elbise dikmiş. Tarih o kadar çok kimlik vermek ve düşman yaratmak için kullanılıyor ki tarihi kim elinde tutuyorsa, biliyorsa seni sürüklüyor. Hepsi biz buyuz gibi cümleler kuruyor. Rezalet. O cümlelerin doğru olup olmaması hiç önemli değil. Kim, ne zaman, hangi koşullar altında yazdı hiç önemi yok ki zaten çoğu eksik bilgi. Tarihi beyin yıkamak ve aidiyet için kullanıyorlar. Ben tarih okumaya bayılıyorum, okudukça vay be bu olmuş diyorum.
Ülkelerin isim, kıtaların yer değişmesi veya kadınlar bunu bulmuş demek hoşuma gidiyor. Dünün masallarına hapsoluyorum ve bunu seviyorum ama yarın kurulabilecek dünya beni daha fazla ilgilendiriyor. Fransız devrimindense uzayla ilgili bilgiler beni daha çok ilgilendiriyor. Arkeolojik bulgular ilgilendiriyor çünkü tarih o kadar çabuk değişiyor ki. Mesela Göbeklitepe’yi buldular ve tarih beş bin yıl kaydı. Avcı toplayıcıdan başladık, tarıma geçiyoruz bunların hepsi palavra. Yani git gel olmuş ama hepsi aynı zamanda ve biz birkaç yüzyıl o ezberlerle gittik.
H.A.U: Çalışmalarınızı okurken arkada sıklıkla tekrar eden ve dikkatimi çeken sözcüklerden biri aidiyet meselesi. Romanda bir yerde kahramanımız aitsizlikleşmeli diyordunuz. Göçün, aşkın bu kudrete sahip olduğunu söylüyorsunuz. Biz bugün geldiğimiz noktada sizce bunu başarabildik mi?
G.V: Yani bir çocuk doğuyor diyelim. Babası Lehli, annesi Ekvatorlu, kendisi ise Fransa’da doğmuş. Bir diğeri ise Türk ve Kürt bir aileden ama Almanya’da doğmuş. Bunlar evleniyor ve çocukları oluyor. Baktığımızda bu bütün aidiyetlikleri anlamsızlaştırıyor. Bizim oğlumuzun Türk, Amerikan ve İngiliz olmak üzere üçkâğıdı var. Onda aidiyeti kırmak çok kolay oldu çünkü üç tane olduğu için hiç ikisi arasında kalmadı. İkisi arasında kalsa sorgularlar, onun için ben ona “Ziya sen Türk müsün?” diyorum. Türk böyle mi yapar, İngiliz bunu yapmaz derken gülmeye başlıyor. Aidiyetlik sorgulanıyor fakat kültür genişliyor. Portekiz’in yemeğini de yiyor, Ekvator’un müziğini de tanıyor. Göçlerle birlikte müthiş birliktelikler ortaya çıkıyor. Üniversite öğrencilerinin başka şehirlerde okumasıyla yeni şarkılar, zevkler, değerler ortaya çıkıyor.
O insanların muhafazakâr, ırkçı partilere oy vermeleri mümkün değil. Irkçı olamazlar çünkü o zaman birbirlerine karşı ırkçı olacaklar. Mesela ben sizin yüzde otuz Yahudi olduğunuzu, siz ise benim yüzde yirmi Müslüman olduğumu anlayacaksınız. Ne yapacağım senin yüzde otuzuna mı saldıracağım? Roma İmparatorluğu varken Asya’dan gelen Vizigotlar, Vandallar vb. saymakla bitmez. Roma İmparatorluğu’nda erkeklerin ayakları pedikürlü, kolonya kullanıyorlar ve Roma’yı onlar yönetiyor. Gelenler ise bambaşka bir Avrupa getiriyor. Şimdi Afrika, Fransa’ya taşınıyor ve Fransa’da belki de nüfusun yüzde otuzu Afrikalı olacak Amerika’da 2040 yılında Hispanikler çoğunlukta olacak. Kısaca özellikle büyük şehirlerde aidiyetlik bitiyor. Doğum sancısı da, ırkçılık da gayet doğal. Birden milyon tane senin gibi giyinmeyen, konuşmayan insan gelmiş ve aynı pastadan dilim almak istiyor. Buna tehdit olarak bakmayacaksın.
Bir gün Almanya’da bir üniversitede ders verirken göçmen olan Türk bir öğrencim vardı. İsmine Mehmet diyelim, ben geleceğin Voltaire’i Mehmet dedim ve herkes güldü. Mehmet benim Voltaire ile ne alakam var, göçme nasıl olacak. Şimdi bakın Almanya’da BioNTech aşısını geliştirenler, Türkler ama yirmi yıl önce Türkler aşağılanıyordu. Yani kısa zamanda çok şey değişebiliyor.
B.A: Siz nasıl bir dünya hayâl ediyorsunuz, nasıl bir dünyada yaşamamız lazım?
G.V: Yapay zekâ iyi giderse ve türümüzün sonunu getirmezse ki o tehlikeyi barındırıyorlar. Daha geçen ay Londra’da başbakan, şirket sahiplerini topladı çünkü kendileri de korkmaya başladı. İyi giderse kimse çalışmaya mecbur kalmayacak, işçiye ve makineye yatırım olmayacak çünkü robotlar bütün işi yapacak. Herkese dağıtabilecekleri, sokağa atabilecekleri kadar para olacak. Yine çok zenginler olacak ve bize sanat yapmak, tarımla ve toprakla uğraşmak kalacak. Orada da korkum yalnız Metaverse. Çünkü ben orada istediğim kadar avatar yaratabiliyorum ve dünyadan, sorunlardan, iş birliğinden vb. uzaklaşıyorum. Tek başıma orada istediğim kadar oyunumu oynuyorum, yemeğim zaten düğmenin ucunda, tuvalet bile orada belki. Yani İngilizlerin “Afyon Savaşı” ile Çin’i uyuşturduğu gibi bir tehlike var ama benim ütopyamda yapay zekâ iyi gitsin, kimse çalışmaya mecbur kalmasın. Arkadaşım Neşet Ergener’in “Şairler ne zaman susacak?” adlı bir şiiri var. Şiirin son mısrasında herkes şair olunca, hepimiz şair olabiliriz diyor. Çünkü çocukken hepimiz şairiz, dansçıyız, müzisyeniz, ressamız. Düzenin örgütlenmesi ve insanlardan farklı beklentilerin ilk öldürdüğü içimizdeki sanat. Sanatçı olan ise birçok şeyi karşısına alarak veya almayarak, çok fırsatçı olup oradan vurgun yapmak isteyendir ama orada artık sanat kalmıyor.
U.Y: Yüzünü Amerika’ya dönmüş pazarlamacılar, reklamcılar genellikle z kuşağı kavramını kullanıyor. Bizde de çok popüler ve bunun üzerine araştırma yapanlar var. Bu kuşak tanımlamasına siz ne diyorsunuz, bu zamandan ve mekândan bağımsız olabilir mi?
G.V: Bu pazarlamacıların sürekli yeni telefon çıkarması gibi. Bunlar da daha kısalan aralarda kuşak yaratmaya başladılar. Ben o kuşaktan olayım, ona göre tüketeyim, bizim kuşak böyle giyinir veya bunu yapar gibi söylemler ortaya çıktı. Diyelim ki Z kuşağı var ama o kuşağın annesi ve babası da var. X, Y, Z, Milenyum kuşakları, hepsi birlikte yaşayan kuşaklar. Tek başına bir kuşak oluşmuyor, o kuşağında davranışını etkileyen daha büyük olaylar var. Dünyada olan biten, iklim krizi, nükleer savaş tehlikesi, doğum kontrol hapının kullanılıp kullanılmaması var. Mesela bazı rejimler kürtaja müsaade ederken, bazıları yasaklıyor. Aslında bizim nasıl davranacağımıza karar veriyorlar.
U.Y: Kahramanlar artık yoklar. Mesela Gezi’den örnek vermiştiniz ve gezinin kahramanı yoktu. O kahramanlık çağını atlattık ve başka bir noktaya geldik. Fakat bir yandan da yaşam tarzıyla bir ayrışma ve bireyselleşme ortaya çıktı. Tüketim ön planda, sizce Influencerler bu kahramanların yerini mi alıyor, böyle bir yere mi gidiyoruz?
G.V: Artık Influencer algoritmaları daha çok, artık onların sözcüleri ve şarkıcıları var. Bunlar bir ideolojiden, dinden bin kat daha kuvvetli. Peki nereye kadar, bizim dur diyeceğimiz yere kadar. Eskiden herkes sigara içerdi, şu anda da içen çok ama kampanyalar başladı. Bu insanlar önce kimsenin ciddiye almadığı kişilerdi. Amerika’da doktorlar televizyona çıktı ve sigara yakıp sağlığa çok iyi dedi ki düzen zaten yalan söylüyor. Şimdi sosyal meydanında bir ahlakı, tepkisi gelecek. Belki ben cep telefonu kullanmam diyenler olacak veya günde bir saatten az kullanmak moda haline gelecek. Tüm bunlar yayılarak, hızlı bir şekilde gidiyor ve korkutucu bir tarafı var.
H.A.U.: Siz sanırım gündeme hâkimsiniz. Roman karakteriniz “Duck Duck Go” dan bahsediyor.
G.V: Ben takip etmiyorum, birisi bana söylemişti.
S.E: Bu konularla ilgilenen çok kişi bilmez aslında. Bu sizin bilgi kanallarınızın yeni gelişmelere çok açık olduğunu gösteriyor.
G.V: İlgiliyim diyebilirim. Zaten onun için haftaya Boston’a gidiyorum. Çünkü bilgi akışı gerçekten kesiliyor. Sokağa çıkacaksın, devamlı bakıp konuşacaksın ama kaç eve girip, kaç kişiyle konuşabilirsin? O yüzden yine kitaptan geliyor bilgiler. Oradaki ev Harvard Kütüphanesi eve üç buçuk dakika sürüyor. Yeni çıkan kitaplar orada ve arka kapağının yarısını bile okusan düşüncenin nereye gittiğini görüyorsun. Ayrıca üniversite de halka açık akademisyen konuşmaları var. Çok farklı ve bilinmeyen konularda dünya uzmanları geliyor, gidip orada oturup sorular sorabiliyorsun. O zaman takip etmemek tabii ki mümkün değil.
U.Y: Ekonomik refah, kültürel sermaye okumaktan geçiyor. Önce okunmalı, iyi bir meslek sahibi olunmalı ve kültürel olarak öyle bir noktaya gelinmeli ki ekonomik refaha kavuşulsun. Şimdi ise iş biraz sosyal sermaye durumuna döndü. Bu konu hakkında nasıl yaşanmalı, neler yapılmalı bir tavsiyeniz var mı?
G.V: Ben olsam ne yapardım, giderdim. Gitmek ve başka bir perspektiften bakmak her zaman iyidir. Fakat Çin’e gitmezdim çünkü orada totaliter bir devlet, yokuş aşağı giden bir ülke var. Ayrıca ırkçılık ve milliyetçilik başladı, Amerika ise emperyalist. Çin sadece kendi denizinden savaş gemileri çıkarıyor ama Amerika’nın savaş gemileri her yerde. Herkes ne kadar küfretse de Amerika veya Avrupa’ya gidiyor çünkü yeni kana açık. Bu tavsiye değil ama burada durmazdım.
Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Ertem Naylı Boratan hepsi Ankara’daki “Dil, Tarih, Coğrafya” fakültesinde hocalar. Muzaffer Şerif, sosyal psikolojinin kurucusu oldu, Niyazi Berkes ise Kanada’ya Magelli Üniversitesi’ne gitti. Onlar gittikleri yerlerde Türkiye’den, Ekvator’dan gelen öğrencilerle buluştular ve bu dünyanın kazancı oldu. Yapabileceğini en iyi nerede yapabiliyorsan ve orada da mutluysan git.
Burada da bir şeyler değiştiriyorsunuz, o gayreti gösteriyorsunuz. Çevrenizi değiştirdiğinizi de görüyorsunuz ama değiştirmeyen, haklı nedenlerle ve düşünce özgürlüğünün olmaması sebebiyle havlu atan çok. Burada müstesna bir ekip kurmuşsunuz ki belki de ekip olarak gidersiniz.
U.Y: Hiç konuşmadığımız ama esintilerini sizden aldığım psikanalizden bahsetmek istiyorum. Psikanaliz edebiyat ve sanattan çok besleniyor. Siz de psikologsunuz ve yazarsınız. Psikanalizin size bir etkisi oldu mu?
G.V: Bilmiyorum. Biliyorsunuz annem psikiyatrist ve bu yüzden akıl hastanelerinde bulundum. Ailem tatillerde kongrelere gittikleri zaman beni de götürürlerdi. Bu beni mutlaka etkilemiştir diye düşünüyorum. Mutfağın içinden geldiğim için bu böyle olmamalı diyorum. Annemin bir lafı vardı ve beni çok etkilemişti. Ego, İd ve Süperego’yu tanımlıyordu. Mesela bana orada Ego var mı diye sorarsanız, nereden bileyim derim ki aslında Caravaggio’nun melekleri gibi. Fakat annem bana hâlâ evet var dedirttiriyor. İd bizim doğal gücümüz, kuvvetli ve doğal şeyler yapmak istiyor. Süperego ise çevrenin etkisi ve çevrenin olanakları anlamına geliyor. Böyle düşündüğümde bana son derece mantıklı geliyor. Fakat duygu ve düşüncenin ayrı olabileceğini düşünmüyorum, ikisi bir bütünün parçası.
Ece Nisa Güven: Yapay zekâ ve dijitalleşme hakkında konuştuk. Peki sizce bunlar bize ne gibi potansiyeller sağlıyor veya ne gibi sınırlılıklar getiriyor?
G.V: Öncelikle yazarken müthiş bir kolaylık getiriyor, kafamda ne soru varsa sorabiliyorum. Eskiden üşendiğim, cevabını sonra bulurum dediğim ne varsa bulabiliyorum. Çünkü ansiklopediyi bulmam çıkartmam, bakmam lazım ve o beni başka yerlere götürüyor. Artık yazıyı bırakıyorum, dolaştırıyorum ve bu müthiş bir şey. Bilgiye bu kadar kolay erişiliyor olması fast food hızına da beraberinde getiriyor tabii. Harvard’ın kütüphanesinde çalışırken bir kitap almaya gidiyorum, yanımda beni ilgilendirmeyen bir konu ile geri dönüyorum. Azıcık merakım varsa, ille de o aradığım kitaba gitmeyeceksem, vaktim var, biraz da şu kitaba bak diyorsam dünyam çok daha zenginleşiyor. Yepyeni alanlar buluyormuşum gibi geliyor ve başka bilgilerin peşinden gitmeyi yavaşlatıyorum. İkisinde de çelişkiye düştüm. Yapay zekâda daha çabuk, kütüphanede daha yavaş buluyorum. Çünkü kütüphanede kitap ikinci katta devamı bilmiyorum. Hangisi daha iyi sorulursa belki de yavaşlamak daha iyi. Çünkü ikinci kattaki kitaba çıkarken, aklımda sorular dönüyor. Hâlbuki birisinden ikincisine hemen geçtiğimde akla gelebilecek sorular gelmiyor. Onun için ben yavaşlıktan yanayım.
B.A: Cehenneme Övgü kitabını okurken en dikkatimi çeken kısımlardan biri Düğmeler bölümüydü. Orada optimizasyon ve makinelerden bahsediyorsunuz. Ayrıca dijital oyunlara değindiğiniz bir kısım var. Otuz iki senede dijital oyunlara bakış açınız değişti mi? Hala bir oyunu oynayarak bir duyumu elde etme, adeta rol yapma duygusunun, havasının, insanın haz alma aracı olması mümkün mü?
G.V: Dijital oyunlar yepyeni dünyalar açmaya başladı. Tarih ile hayalin karıştığı oyunlar, birlikte oynanan takım oyunları, birbirimizden öğrenerek oynamak. İlk oyunlarda rekabet çoktu ama şu anda oyunlar biraz daha yavaşladı ve zenginleşti. Duyguya, kimliğe daha çok hitap eder oldu. Galiba Dungeons & Dragons da olan kültür oyunlara daha çok yansımaya başladı.
U.Y: Boston, İstanbul ve Sedef Adası deniz gören yerler. Deniz görmek, su şehri olması özel tercihiniz mi?
G.V: Evet özel çünkü cidden deniz kenarında olmak istiyorum, bir de ufuk görmek istiyorum. Eşimle üniversitede tanıştık, onun odası ağaçlara bakıyordu. Benim odam ise tepeden şehre bakıyordu. Ben onun için üzülüyordum o da benim için üzülüyormuş, doğa yok diye. Mesela bir kitabı karanlık bir odada yazdım, penceresi yoktu ve bundan hiç şikâyetim yoktu ama oturma odasından yine boğaz gözüküyordu. O denizin orada olduğunu bilmek benim için önemli.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.