Beyaz Perdede Bilim İletişimi

Yayın Tarihi: 12 Ağustos 2025
Toplam Okunma: 76
Okuma süresi: 10,2 dakika

-Emir Gülşen, Yaren Şenyurt

Sinema, ortaya çıktığı günden bu yana farklı işlevler üstlenmiş ve her dönemde kendini yeniden tanımlamıştır. Kimi zaman bir eğlence aracı, kimi zaman ideolojilerin propaganda aracı, kimi zaman da eleştirel düşünceyi geliştiren bir sanat dalı olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak hangi tanımla karşımıza çıkarsa çıksın hepsinin temelinde bir “anlatı” vardır. Bir olay, kişi veya hikâye üzerinden izleyiciyle duygusal bağ kurmak sinemanın temel amaçlarından biridir. Bu anlatı kurma süreci ise hayal gücünden beslenmenin yanı sıra birçok bilim dalı ve disiplinden yararlanabilir. Sinema; felsefe, sosyoloji gibi insan yaşamı ve toplumsal ilişkilerle ilgilenen disiplinlerin yanı sıra fizik, matematik gibi fen bilimlerine ilişkin disiplinlerden de destek alarak hikâye oluşturabilir. Bilim doğayı, insanı ve evreni anlamlandırma çabasıdır. Bu yönüyle, sinemanın anlatı arayışına güçlü bir altyapı sunarak beyaz perdelerde hayalet gibi gezinir. Bazen Mars’ta mahsur kalan bir astronotta, bazen bir fizikçinin biyografisinde, bazen de bir deney odasında kendine yeniden hayat bulur.

 

 

Sinema sayesinde toplumun çoğunluğunun anlayamayacağı, neden var olduğunu bile bilmediği teoriler ve deneyler evreni, filmlerdeki görsel anlatı yoluyla oluşturulan duygu ve bilgi bağıyla anlaşılabilir. Kısaca sinema, bilimi konu alan filmler yoluyla bilim ve toplum arasında bir köprü görevi görür diyebiliriz. Neredeyse bilimin tüm disiplinlerinden ve bu disiplinlerin felsefi ve teorik zemininden faydalanmasının yanı sıra bilim insanlarının biyografilerinin de sinemada yer bulması, bize sinema ve bilim arasında çok yönlü bir ilişki olduğunu gösterir. Bu yazıda, sinemanın bilimle kurduğu çok yönlü ilişkinin bazı izlerini takip edeceğiz.

Bilimkurgu sinemasındaki uzay bilimine ait temsillerin sinemaya nasıl yansıdığına ve hangi yapımlarla izleyiciye ulaştığına birlikte göz atacağız. Uzay Bilimi ve Bilim Kurgu Bilim kurgu gerçekliğin sınırlarını zorlayan, günümüzde gerçekleşme imkânı olmayan, yakın veya uzak gelecekle ilgili hikâyelerin bilim ve teknoloji unsurları kullanılarak anlatılmasıdır. Yapay zekâ, alternatif evrenler, zaman yolculuğu gibi pek çok konuyu içermesiyle bilim kurgu, aslında ana başlık niteliğindedir. Ancak bilim kurgu türünde ne anlatılırsa anlatılsın temelinde “Bu mümkün mü?” ve “Ya böyle olsaydı?” gibi sorulara, merak ve ihtimallerle doğan hayal gücüne dayanır.

Sinemanın doğası itibariyle kendi gerçekliğini oluşturan kurmaca bir evren oluşturduğu düşünülürse, bilim kurgu bu kurgusal evrenin en uç noktalarına ulaşan türlerden biridir. Somut gerçekliği yansıtırken aynı zamanda onu esnetir, genişletir, dönüştürür. İzleyiciye yalnızca gelişmiş teknolojiyle dolu bir gelecek değil; o geleceğin insan ve toplum üzerinde yaratabileceği etkilerle ilgili düşünsel bir deneyim sunar. Bilim kurgunun fizikten, yapay zekâya bilimin birçok alt dalını ele alabilen bir evren olduğunu söylemiştik. Ancak bu konular arasında bilim kurgu filmlerindeki en baskın tema uzay bilimidir. Uzaya duyulan hayranlık ve bilinmezliğine karşı duyulan korku, sinemada görsel anlatıyı çeşitlendirmeye uygun bir zemin oluşturur. Peki neden özellikle uzay? Bu sorunun cevabı, 1950’de uzay bilimi alanında yaşanan büyük gelişmelerde ve rekabette gizlidir.

1957’de Sovyetler Birliği’nin Sputnik I uydusunu yörüngeye yerleştirmesiyle başlayan bu süreç; Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan olması, Neil Armstrong’un Ay’a ayak basması, Apollo 11’in Ay’a inişi gibi uzay bilimi alanında gerçekleşen büyük ve önemli gelişmelerle devam eder. 1970’lere kadar uzanan ABD ve Sovyetler Birliği’nin katkı sunduğu uzay teknolojilerini geliştirme çalışmaları ve rekabet ilişkisi, o dönemin “Yıldız Savaşları” olarak anılmasına kaynaklık eder. Bu süreçte gerçekleşen bilimsel gelişmeler ve ideolojik olarak “uzayda egemenlik kurma” mücadelesi, uzay bilimini geliştirdiği kadar, dönemin sinema anlatısına da katkıda bulunmuştur. Uzay bilimi; evrenin yapısını ve işleyişini, gezegenleri, yıldızları, kara delikleri ve kozmik yasaları inceleyen bir bilim dalıdır. Bu inceleme sürecinde roket bilimi, uzay mühendisliğinde ortaya çıkan teknolojik gelişmelerden yararlanır ve uygulama alanlarını geliştirir. Söz konusu bilimsel alanın karmaşıklığı ve gizemi, sinemanın anlatı gücüyle birleştiğinde ortaya merak uyandırıcı, büyüleyici ve düşündürücü yapımlar çıkar. Uzay bilimi, sinemada yalnızca dekor olarak değil; toplumun sosyolojik durumunu, karakterlerin psikolojisini hatta varoluşsal soruları yansıtan bir etken olarak önemli bir yer alır. Tam bu noktada uzayın sessizliği, insanın var olduğu evreni ve kendini sorguladığı bir iç sese dönüşür.

Tüm bu bileşenleri kült filmler listesinde yer alan Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filminde görmekteyiz. Yapım yılı itibariyle (1986) henüz uzaydan Dünya’nın nasıl göründüğüne dair görsel bile elde edilemediği bir dönemde, Kubrick’in oluşturduğu kurgu evreni tüm teknik detaylarıyla çığır açmış, izleyicinin ve sanat dünyasının uzaya olan bakışını büyük ölçüde etkilemiştir. İnsanlığın evrimini metaforlar üzerinden işleyen film, insanların tarih boyunca yaşadığı evreni anlamlandırma çabaları değişse de, temel içgüdülerinin ve davranış biçimlerinin sadece şekil değiştirmiş hâlleriyle devam ettiğini gösterir.

Bugün hâlâ ilk izlemede tam anlaşılmayan ancak tekrar tekrar izlendiğinde katmanları açılan 2001: A Space Odyssey sadece bir film değil, izleyiciye gösterilen her detayıyla bir uzay deneyimidir. Çekildiği dönemde uzaya dair bilimsel bilgiler çoğalmamış olmasına rağmen uzay yolculuğunun teknik detaylarını büyük bir titizlikle betimlemesi, film boyunca bu detayları gerek görsel gerek uzun ekran süresiyle izleyiciye hissettirmektedir. Söz konusu detaylar filmi bilimkurgu türünde örnek alınan bir yapıma dönüştürmüştür. 1968 yılında henüz teknolojinin ne seviyelere ulaşacağı bilinmezken yakın geçmişte hayatımıza giren yapay zekâ ve insan etkileşiminin filmde yer aldığı görülür. “HAL 9000 ve Dave” karakteriyle işlenen bu etkileşim, filmin neden zamansız olduğunu bir kez daha ortaya çıkartmaktadır. Tüm bu detaylarıyla pek çok izleyici ve yönetmenin uzaya bakış açısını değiştiren 2001: A Space Odyssey kendisinden sonra çekilen çoğu uzay temalı filme referans olmuştur. Bu filmlerden birisi şüphesiz Christopher Nolan yapımı Interstellar / Yıldızlararası’dır. Tıpkı Kubrick gibi etkileyici bir uzay evreni oluşturan Nolan, aynı zamanda insanın varoluşsal sorularını tartıştığı, bilinmeze duyduğu merakı ve korkuyu işlediği bir anlatı benimser. Bu anlatı sürecinde oldukça tutarlı bir film yapısı oluşturan Nolan; zamanın bükülmesi, kara delikler, solucan delikleri gibi fizik ve uzay disiplinlerinin konu başlıklarını ele alır. Teorik fizikçi Kip Thorne’un danışmanlığında geliştirilen senaryo, film boyunca bilimsel tutarlılıkla sinemasal kurgu evreni arasındaki denge ve uyumu sunar.

Özellikle zamanın farklı akması gibi göreceli bir konunun karakter ilişkileriyle somutlaştırılması, hem soyut bir kavramın seyircinin bakış açısından daha rahat anlaşılmasını sağlar hem de karakterlerle kurdukları duygusal bağ ile “zaman akışı” kavramı seyirci için daha etkileyici hâle gelir. Filmin ele aldığı pek çok bilimsel gelişmeye ek olarak; evrenin ötesine çıkan karakterler aynı zamanda kendi iç dünyalarında da bir yolculuğa çıkar. Interstellar, yalnızca çağının bilimsel söylemlerini sinemaya taşımakla kalmaz, aynı zamanda evrenin büyüklüğü karşısında insanın ne denli kırılgan olduğunu bir kez daha hatırlatır.

 

Zamanı Çözen Dil: Arrival

Bilim iletişimi, bilimsel bilgilerin toplumla etkili ve anlaşılır biçimde paylaşılmasını amaçlayan bir alandır. Bilim iletişimini geliştirebilmek için birçok etkileşim yönteminden ya da disiplinden yararlanılabilir. Bu noktada sanat dalları da bilimsel bilginin topluma aktarılmasına ve eleştirel düşünceye alan açılmasına katkı sağlar. Mimarlık, heykel, resim, müzik, edebiyat ve sahne sanatları insanın kendini ifade etme biçimlerinin temelini oluşturur, bu altı sanat dalının birleşiminden oluşan yedinci sanat olan sinema ise bu bilgilere duygusal ve estetik bir boyut kazandırır. Sinemada özellikle bilim kurgu türünde, birçok film bilimsel bilgiden yola çıkarak hikâyesini kurgular. Denis Villeneuve’ün Arrival filmi, dilbilimi konu alması ile bilim ve sanatın bir araya getiren örneklerdendir. Yönetmen filmde Noam Chomsky’nin “Evrensel Dil Bilgisi kuramı” ve Edward Sapir & Benjamin Whorf’un dilin düşünceyi şekillendirdiğine dair hipotezini dramatik anlatıyla buluşturur. Bu yolla dilsel görelilik kuramının ne olduğu kurgusal bir dünya üzerinden izleyiciye ulaşır. Sapir-Whorf hipotezi, dilin sadece iletişim aracı olmadığını aynı zamanda düşünce biçimimizi ve dünyayı algılayış şeklimizi etkilediğini savunur. Söz konusu yaklaşım ile insanların konuştukları dilin kalıplarına göre dünyayı anlamlandırdığı öne sürülmektedir.

Bu durumda farklı diller konuşan insanlar aynı olaya farklı anlamlar yükleyebilir. Çünkü dillerinin yapısı insanların düşünme tarzını yönlendirir. Örneğin bazı dillerde zaman, yön veya renk genelgeçer ifade biçimlerinden tamamen farklı tanımlanır. Bu da gösterir ki, dil sadece düşünceleri yansıtmakla kalmaz aynı zamanda onları şekillendirir. Arrival filmi ise anlatısında Sapir-Whorf hipotezine yer vererek ve bu hipotezin ne olduğunu Louise karakteri üzerinden işleyerek hikâyesini dilbilimden yararlanarak kurgular. Arrival, yalnızca uzaylılarla ilk teması konu alan bir bilimkurgu filmi değil, aynı zamanda dilin düşünceyi nasıl şekillendirdiğini, zaman algımızı nasıl etkileyebileceğini ve bilimin insan yaşamındaki yerini sorgulatan bir anlatıdır. Filmde Louise karakteri yeni bir dil öğrenerek uzaylılarla iletişim kurmaktadır. Uzaylıların kullandığı Heptapod dilinde zaman doğrusal değil, dairesel olarak yapılanır.

Louise karakterinin bu dili çözmesi ve uzaylılarla iletişim kurmaya başlaması ile zaman algısının değiştiği görülür. Çünkü öğrendiği dil, Sapir-Whorf hipotezinde de bahsedildiği gibi karakterin düşünce sistemini dönüştürür. Böylelikle karakter, geleceği ve geçmişi görebilir. Başka bir ifadeyle Louise, dairesel dili öğrendiği için geleceği ve geçmişi şimdiye taşır. Film boyunca dilbilim ile ilgili konular, Heptapod dilinin öğrenilmesi ve zamanın döngüselliği üzerinden bilimkurgu türü içinde işlenmektedir. Bu noktada film, bilimsel teorileri seyirciye didaktik bir dille değil, sezgisel ve duygusal bir deneyimle aktararak etkileyici bir bilim iletişimi örneği sunar. Dil, düşünce ve zaman gibi soyut kavramlar, sinemanın gücüyle somut bir hâle gelir. Arrival, karmaşık teorileri anlaşılır ve hissedilebilir kılarken, aynı zamanda bilimin insanlıkla, seçimlerle ve duygularla nasıl iç içe geçtiğini de gösterir. Bu yönüyle film, sadece bilimle ilgilenenler için değil, insan olmanın anlamını sorgulayan herkes için kıymetli bir eserdir.

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın