Erken Cumhuriyet Dönemine Haberlerle Yolculuk: Geçmiş Gazete
Deniz Benzer
“Kıbrıs Harekâtı’nı gazeteden görmek mümkün. Devamlı Kıbrıs’la, Yunanistan’la ilgili çatışma dili kullanan gazete, Kıbrıs Harekâtı’ndan üç, beş gün önce bu çatışmayı birden kesiyor. ‘Domatesler çok pahalandı.’ diye manşet atmaya başlıyor. Mesela oradan anlıyorsun, bir şey olacak.”
Deniz Benzer: Geçmiş Gazete’yi Facebook dönemlerinden çok net hatırlıyorum. Çok hoşuma gidiyordu. Belli özel günlerle ilgili çeşitli yayınlar oluyordu ama daha gündelik hayattan, hiçbir önemi olmayan detaylarla günlük yaşamı görmek çok heyecan veriyordu. Geçmiş Gazete fikri nasıl doğdu? Bu projeye nasıl başladınız?
“Türkiye tarihi gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Çok heyecan verici bir çalışmaydı.”
Mustafa Can: Çılgın arkadaşlarımdan biri, Hulusi Orhan, Hürriyet Gazetesi’ne almanak hazırlamakla alakalı bir proje geliştirdi. Tabii bunun için haber seçkisi yapmamız gerekiyordu, ben yaparım diye ısrar ettim. Hürriyet Gazetesi’nin arşivine giderek, tahmini beş ay boyunca arşivden, cilt üzerinden gazete okudum. Editör arkadaşlarımla beraber çalıştık. Almanağa girmesine değer bulacağımız bir kriter havuzu belirledik. O kriterlere göre ben gazete okuyup dönemin belli haber tiplerini seçiyordum; seçtiğim haberleri de fotoğraf tarama gibi yöntemlerle editörler çalışıyordu. Tabii bu olurken bir günde onlarca gazete okuyorsunuz. Türkiye tarihi gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Çok heyecan verici bir çalışmaydı. Medya Takip Merkezi diye bir şirket var. Sonrasında o şirketle de ilk Türkçe çıkan gazeteden bu yana olanları çalışmaya karar verdik. Gittik Beyazıt Kütüphanesi’ne. Bu konuyla alakalı rica ettik. Oraya küçük bir set kurduk.
Harf devriminden sonra bir karar alınıyor ve o kararla birlikte artık gazetelerde Latin harflerinin kullanılmasında karar kılınıyor. Bu da 1929 yılı Ekim ayının içerisinde gazetelere yansıyor. Oradan başladık ve 2000’li yılların başına kadar devam ettik. Ana medyayı tercih ettik. Çünkü amacımız siyasi arşivcilik değildi. Asıl aradığımız hikâye, Türkiye’nin beş, on yılda bir değişen duygu durumunu, kültürel kodlar üzerinden yakalamaktı. Böylece oluşturduğumuz şey, bir projeye dönüştü. Çok deli arşivci işi. Arka tarafta gerçekten çok insan çalıştı.
D.B.: Arşivinizde kaç haber var?
M.C.: Haber olarak sayısal verisini söylemek hemen hemen mümkün değil. Çünkü biz onu gazeteler ve sayfalar olarak aldık. 1929’dan 2003-2004’e kadar geldiğimizi varsayalım. Ana medyayı takip ettik ama çoğunda tek bir gazete almadık. Dönemin kültürel dokularını anlayabilmek için biraz dergi de aldık. Ama gazeteler olarak tahmin ediyorum, birkaç yüz bin var sanırım.
D.B.: Peki, Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili arşivinizde haberlerle karşılaştınız mı? 30 Ekim’de Cumhuriyet’le ilgili biz neler görmüştük basında? Çünkü halk için çok yeni bir rejim ve Cumhuriyet’in ne olduğunu bilmiyorlar. Halk buna ne tür tepkiler gösterdi? Bununla ilgili bir şeylere ulaşabilmiş miydiniz? Hiç aklınıza gelen var mı?
M.C.: Başlangıç aşamasında bir kere sayısal veriyle de bakmak lazım. Çok küçük bir ülkeyiz henüz. Daha on beş milyon. 1930’lardan bahsediyor olsak, on beş, on altıdır tahmin ediyorum. Ve iletişim şimdiki gibi değil. Yani bir devrim yapıldı ve bir cumhuriyet kuruldu ama zannetmiyorum ki Türkiye’nin yüzde yirmisinin dışındakiler bundan haberdar olsun. Daha doğrusu, haberdar oluyorsa da ne olduğunu anlamaya müsait değiller. O dönemde söz konusu yüzde
yirmilik kesim için ise çok kritik. Yani, çok radikal bir şey yapıldığı biliniyor. Çok önemli, bambaşka bir açıya geçildi. O yüzden çok hızlı kutsallaşan bir şey. İçerikleri, kavramları, yaklaşımı, gazetelerin tümü. Birazcık korkudan da oluşuyor ama bir süre sonra gerçekten o küçük kesim için çok yüksek motivasyonlu bir konu. Sonra bu oran yüzde kırka kadar uzanıyor. Belki şimdilerde bile hâlâ topluma o duygu ya da motivasyonun yayıldığını söylemek çok da mümkün değil. Fakat o cumhuriyetçi dediğimiz insanların ana motivasyonları bayramlar. Bayramlar çok ciddi, çok önemli, çok kutsal, çok sıcak. Ayrıca gerçekten savaşlar ve büyük çatışmalardan geçilmiş. İnsanların kardeşlerinin, kocalarının, eşlerinin öldüğü bir dönem. Ölümün şiddetinin duygusallığının yansıması da var. O yüzden tüm bayramlar gerçekten coşkuyla, ciddiyetle, konuyu ciddiye alarak kutlanırdı.
D.B.: Erken cumhuriyet döneminde ulusal kimliği inşa etme politikalarının kısa sürede verimli olduğunu düşünüyor musunuz?
M.C.: Bence çok uzağız. Bana kalırsa, ulus bilinci 1970- 1980 arasında oluştu. Normal kültürel hikâyeleri takip ettiğimizdeki yaklaşımdan da anladığım bu. Bu yüzden hâlâ milliyetçilik denince Türkiye’de üç ayrı grup, üç ayrı şey anlar. Ben de bunu kırkımdan sonra öğrendim. Ben tek bir şey anlaşılır zannediyordum. Bunun gerekçesi o ulus bilinci.
D.B.: Türkiye’nin bağımsızlık sürecinde medyanın bir rol üstlendiğini düşünüyor musunuz?
M.C.: Şöyle bir şey var, bu çok enteresan. Kurtuluş döneminde gazeteleri okuyunca “tam bağımsız” olan ne demek duygusunu seziyorsun. Bu tuhaf. Çok keyfine göre karar veriyor ve çok havalı. Keyfine göre karar veriyor derken diktatörlükle ilgili bir gönderme değil bu. İç çamaşırı ölçülerini biz belirliyoruz mesela, başkalarına bakmıyoruz. Bu çok değişik bir kafa. Tabii ki ana yapıda batıya baktık, oradan bir şeyler öğreniyoruz. Oradan öğreniyoruz demek, İngiltere’nin şu kurallarını alıyoruz demek değil. Türk filmlerinde sembolize edilen o batının ahlakını değil matematiğini alıyoruz teorisi gerçek. Batıya genel anlamda bakıyor, pozitif bilimler açısından değerlendirerek kendi kurallarımızı koyuyoruz. 1950’den sonrasında bu hikâye yavaş yavaş artık bizim de zihinsel olarak belli kültürel ortalıklar kurduğumuz bir yere doğru gidiyor.
D.B.: Türkiye’nin batılılaşma süreciyle ilgili gazetelerde neler yayımlanıyor? Halk bunlara nasıl tepki veriyor? Veya o batılılaşma süreciyle ilgili batılı olduğumuzu gösteren haberler var mı?
“O hikâyelerin hepsine baktığında gerçekten Türk filmi hikâyesi gibi. Haberlerin kendisi de öyle. Bir ara ciddi ciddi kibrit kutularının içinden kırk çöp çıkmıyor diye gazetelerde manşet vardı.”
M.C.: Bunu başka ülkelerin kültürlerinde de sonrasında gördüm. Aslında çok benzeriz. Belki ilk on yıl birazcık daha kritik bir hikâye var. Aslında burada Batılılaşmaktan çok ana konu kentleşmekle ilgili. Köy tabanlı bir milletiz, ana yapımız buydu. Gerçi artık köy tabanlı bir millet değiliz; yani yüzde doksan ikimiz kentte yaşıyor. Yüzde elli beşimiz de metropolde yaşıyor. O dönem asıl hikâye, kentleşmenin mantığı. “Bundan sonra piyadeler soldan gelecek sağdan yürüyecek!” gibi haberler var. Piyadeler deyince, “Asker neden sokakta dolaşıyor?” falan diye düşünüyorsun. Meğer piyade yayalarmış. Sonra “Tramvaya binenler eli yüzü sabunlu olacak.” kavgaları. O hikâyelerin hepsine baktığında gerçekten Türk filmi hikâyesi gibi. Haberlerin kendisi de öyle. Bir ara ciddi ciddi kibrit kutularının içinden kırk çöp çıkmıyor diye gazetelerde manşet vardı. Sorunlarımız da bu kadar “ponçik”ti.
Türkiye’nin kuruluşu oldukça devrimci duygularla gerçekleşiyor. Ben de hâlâ bakarken çok pozitif duygular yaşıyorum. Nostalji duygusuyla Türkiye’nin kuruluşuna şahit olmaktan bahsetmiyorum. Çok özgüvenli bir tavır, dünyayla ilişkiye girerken çok keyfe keder konuşabilen, kendi içinde dışında tavrı tutarlı.
D.B.: Diyoruz ya, köy tabanlıyız ve bir anda kentleşiyoruz. Bu ani geçişle ilgili dikkatinizi çeken haberler var mıydı?
M.C.: Daha konuyu anlamaya bile uzağız. Yani mesela apartmanda mı oturacağız, müstakil evde mi oturacağız hikâyesi bir çatışma grubu. İstanbul İl Meclisi’nde konuşula gelen konulardan bir tanesi aynı zamanda. Çamaşır güneşte mi kurur, bahçede mi kurur gibi soruları da var yani. Hani bahçeli evdeysen bahçede kurutursun, değilsen evde balkonda ya da odanın içinde kurutmak zorundasın. Ama apartman daha lüks niyeyse. Algıda öyle yerleşiyor, halbuki teoride öyle olmadığını biliyoruz. Biz inşaata niyeyse hep bir yatkınız. Belki göçmen kültürünün de bir etkisi. Sonuçta inşaat önemli bir ekonomik nesne. Yani ana parasını insanlar üretimden çok, yapılanmaya harcayabiliyorlar. Mesela böyle değişimler var. Kültürel anlamda basit ve kısa şeyleri erken öğrenen, kendisinden biraz daha geç öğrenenin üzerinde statüsel bir hegemonya yürütüyor. Kendi aralarında bir kültürel, sınıfsal çatışma ya da tavır gelişiyor. Bu başka ülkelerde de böyle oluyor. Bu biraz insanlık haliyle de ilgili bir şey.
D.B.: Cumhuriyet ile kadına seçilme hakkı veriliyor. Cumhuriyet öncesi kadınla cumhuriyet sonrası kadın çok farklı. Kadınlarla ilgili değişim cumhuriyetin ilk döneminde ve sonrasında nasıl evrimleşiyor?
M.C.: Batıcıl anlamda kadın haklarını konuşma hikâyemiz 1983-1984’lere denk geliyor. Seçim hakları ise çok havalı. İnsanın bakış açısı farklı. Bir devrim yapılmış, devrimin özgüveni var. Devrimi yapan insanlar sokakta ve idealist bir ruh var. O ruhu ayakta tutan temel fil ayakları da güzel. Toplumsal anlamda güzel bir yansıması var. O yüzden gazeteyi okuyunca, çatışmacı bir politik zihinde değilsen, havalı bir görüntü görüyorlar. Tam bağımsız tavırlar var, kadınlara seçme ve seçilme hakkı var. Kadınların kendini ifadesiyle ilgili alanlar var. Tabii çok öğrenilen bir şey ve çok sembolik insanlar üzerinde. İnsanların zaten yüzde 20’si kadarı bunu yapmış ve bir de bunun çok azında kadınlar var. Kadın hakları dediğimiz şey henüz sembolik bir durumda. Temsilî kalıyor yani. Onun gelişmesi için çaba sarf ettikleri bir dönem var. Sonra bunun ucu, daha ağırlıklı olarak 1950’ler, 60’lar, 70’lerde magazinin bir yan konusu olarak kalıyor. Amerika’dan ya da İsveç’ten bir haber alıyoruz, oradaki kadının pozisyonunu görüyoruz, bu bizde de olabilir gibi şeyler konuşuyoruz. Bir de önemli kritik bir şey daha: 1950 sonrasında kültürel anlamda Amerika’yla alışverişimizi yükselttiğimizde de bir toplum mühendisliği dili başlıyor.
Kadın hakları da her ne kadar azıcık korunuyormuş gibi görünse de şimdi en çok çatıştığımız şeylerin tohumları o dönemlerde atılıyor. “Erkek yorgun argın eve gelir, ayaklarını uzatır, gazetesini okurken kadın bulaşıkları yıkar, çocuklar sessiz sakin bir yerde oynar” fotoğrafı 1950 ile 1970 arasında yirmi yılda oluşturula gelen bir öykü grubu. Kadınlar kendilerine iyi bir eş bulabilmeleri için ne yapmalılar, nasıl olmalılar hikâyesi. 1980 darbesinden sonra, 83-84 civarlarında daha kapital olmaya karar veriyoruz. Dünyaya kapitalist biçimde açılırken kadın haklarıyla ilgili sohbet, alt yapı oluşturma hikâyesi başlıyor. Fakat o kadar ilkel bir yerden başlıyor ki, Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili ilk kez konuşanlardan biri Gönül Yazar. İlk bu konuyla ilgili gazeteye çıkan manşetlerinden bir tanesi “Kadına az çakarsan, az yanar.” gibi bir cümle.
Bir kadın hakları konferansında Gönül Yazar’ın bunu bu şekilde söylüyor olması trajikomik. Aynı günlerde başka bir gazetede de “Kadınlara saygım büyüktür ama döverim.” diyen Tatlıses var. Magazinin üzerinden olmuş bir pozisyon ve bu güçle kadın haklarını tekrar konuşabildiğimiz başka bir şeye dönüşüyor.
D.B.: Geçmiş Gazete’deki haberlere baktığımda üslup da çok daha sert. Bu gitgide daha örtük bir hale gelmeye başlıyor. Sizce örtükleşme sürecini etkileyen şeyler neler? Hangi yıllarda biraz daha örtük hale gelmeye başladı?
M.C.: Bu kavramların şekli, biçimi yani dilin evrimiyle alakalı bir konu. Şimdi biz baktığımızda açıkmış gibi geliyor. Aslında o açık değil, dil temel atıyor kendine. Sonra dili evriltiyoruz, o kavramlar daha da detaylanıyor, daha komplike hale geliyor. Onun yeni şekillerini, biçimlerini kullanıyoruz. Bir şeyin üzerini örtmek ya da örtmemekle alakalı değil. Gerçekten kavramlardan detaylandırılmış, daha komplike bir dil organize edebilmeyle alakalı. Daha tarım kültürünün basit kavramlarıyla, daha yapma, etme yani eylemlilik tarafıyla güçlü ama soyut kavramlarla alakalı henüz yatkınlığı olmayan bir dil kullanıyoruz. Kullanarak, ihtiyacımız olduğu konularla ilgili geliştirecek şekilde daha komplike hale getiriyoruz. O yüzden bizim olduğumuz yerin göreceliliği var aslında. O zaman daha açık açık konuşuyorduk ama şimdi konuşamıyoruz değil yani.
D.B.: Konuşmanın başında Türkiye’nin her 10 yılda bir duygu durumu değişiyor demiştiniz. O süreci bize özetleyebilir misiniz?
M.C.: Az önce söylediğim gibi, Türkiye’nin kuruluşu oldukça devrimci duygularla gerçekleşiyor. Ben de hâlâ bakarken çok pozitif duygular yaşıyorum. Nostalji duygusuyla Türkiye’nin kuruluşuna şahit olmaktan bahsetmiyorum. Çok özgüvenli bir tavır, dünyayla ilişkiye girerken çok keyfe keder konuşabilen, kendi içinde dışında tavrı tutarlı. Bu 1940’lara kadar bu şekilde geliyor. 1940’lar civarında II. Dünya Savaşı’nın efekti gelmeye başlıyor. Bu savaş gerçekten çok korkutucu ve biz konuyu sinerek, birazcık ölü taklidi yaparak atlatmaya çalışıyoruz. Atlatıyoruz da bu arada. Yani bana sorarsan, gazetelerin üzerinden yorumluyorsak konuyu, fena değil. Hasbelkader içinde bir sürü aksak şeyi vardır ama gazete manşetlerine baktığında gördüğün şey, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde çok trajik şeyler olduğu. İnsanlar ölüyor, savaşıyor, yoksulluk, açlık. Ciddi salgın hastalıkların vs. olduğu bir dönem. Yani bakkalların eczane olmak zorunda olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Bunun korkusu, ürküntüsü bize de geliyor. Biz 50’lere kadar çok yavaş hareket ediyoruz.
D.B.: Biz neleri konuşuyoruz o dönemlerde?
M.C.: Olabildiğince en az şeyi konuşuyoruz. Kılıbıklık Cemiyeti’ni açalım mı? Çamaşırları güneşte mi kurutalım, başka yerde mi kurutalım? Bunlar bir şeyi örtmenin yolu, kültürel sansür. Kibrit kutularının içindeki kibrit çöpleri az ya da çok. Birinin sigarasının içinden aşk mektubu çıktı, bu aşk mektubunu kimin yazdığını arıyoruz. Bir oğlanımız kaçmış, trene binmiş gitmiş falan gibi şeyleri konuşuyoruz. Bir yandan da ekonomik sorunlarımız var. Öyle kapalı bir dönem. 1948’de çok partili hükümete geçiyoruz. 1950’den itibaren Rusya’yı kendimiz için komünizm tehdidi olarak netleştirdik. Artık uluslararası yapıyla denk ilişkiler kurmuyoruz. O zamana kadar denktik. Rusya’yla da canım isterse bunu alır, bunu veririm. Amerika’yla da bunu alır, bunu veririm. Almanya’yla da bunu alır, bunu veririm falan gibi pozisyonlar vardı. Şimdi öyle değil, şimdi Rusya ‘tu kaka’, komünizm ‘tu kaka’. Artık biz bu taraftayız, NATO’nun içerisine girmeyle alakalı radikal bir karar alıyoruz. O Marshall efektini getiriyor bize. Marshall yardımı aslında kolpa bir formül olarak oluşuyor. Yani süt tozları, sütyenler falan. Biraz savaş araç gereci geliyor ama onlar da istediğimiz, umduğumuz ölçeklerde değil. Biz oradan itibaren bir Amerikan kültürü efektini belirgin bir şekilde rol model alıyoruz.
Mesela Kore’ye asker gönderme öncesinde, Marshall yardımıyla ilgili çok yüksek bir isteğimiz, hevesimiz var ülke olarak. Gazetelerde “Kore’ye asker göndermeyen ülkelere Marshall yardımı kesilecekmiş.” manşetleri var. Bunu ana manşetten gördüğümüz, tehdidimizin bu olduğu bir dönem. Bir önceki döneme bakıldığında bu çok tuhaf bir yaklaşım ya da dilin değişmesiyle alakalı bir durum. Bir önceki dönemde bunları hiç umursamayan, fakir ama çok gururlu bir ülkeyiz. Sonrasında birden tavır düşüyor ve değişiyor. Bunu politik bir unsur olarak tarif etmiyorum. Ülkenin genelinde yaygın, medyanın o karşılıklı birbirini yansıtma efektinden görüneni söylüyorum. Sonra o 1950’ler, 60’lar hikayesi. 1960’larda dünyada bir şeyler değişiyor. II. Dünya Savaşı’nın efekti artık kalkıyor. Ekonomik olarak yeni formüller, dünyaya açılma, uluslararası ilişkiler, hippiler, çiçek çocuklar mevzusu. Onun havası bir şekilde bize de geliyor. 1960’ların başındaki darbenin oluşturduğu da bir efekt var. Ama bunun da ötesinde aslında bu duygu var. Biz hâlâ yeterince ulusalcı değiliz. Umulduğu gibi vatandaş üreten bir ülke değiliz. Böyle görece daha mutlu bir havanın olduğu bir dönem. Bize yansıyan pozitif bir tarafı var. 1970’lerden itibaren dünyanın iki kutuplu sertleşmesinin, bize yansıması olarak sağ-sol çatışması 1970’lerden 1980’lere kadar çok sert bir şekilde kendini gösteriyor. O kadar sert gösteriyor ki, ilk iki-üç yıl konuyu anlayamıyoruz. Her gün yüzlerce kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin birbirini vurduğu, oraya buraya bomba konulduğu, oranın buranın tarandığı. Bu çok sert, o dönemin içerisinde olmadan anlamanın zor olduğu bir şey. Toplumsal olarak normal bir hayat yaşamanın neredeyse mümkün olmadığı bir hikâye. 1980’de darbeyle birlikte bir kopuş. Demek ki bir gecede kesilebiliyormuş.
D.B.: Peki, o haberlerden medyaya baktığımızda darbenin gelişini hissedebiliyor muyuz? Basındaki o kutuplaşmayı görebiliyor muyuz?
M.C.: Bu gözle baktığımı o dönemler hatırlıyorum. Mesela Kıbrıs Harekâtı’nı gazeteden görmek mümkün. Devamlı Kıbrıs’la, Yunanistan’la ilgili çatışma dili kullanan gazete, Kıbrıs Harekâtı’ndan üç, beş gün önce bu çatışmayı birden kesiyor. “Domatesler çok pahalandı.” diye manşet atmaya başlıyor.
“Mesela Kıbrıs Harekâtı’nı gazeteden görmek mümkün. Devamlı Kıbrıs’la, Yunanistan’la ilgili çatışma dili kullanan gazete, Kıbrıs Harekâtı’ndan üç, beş gün önce bu çatışmayı birden kesiyor. ‘Domatesler çok pahalandı.’ diye manşet atmaya başlıyor. Mesela oradan anlıyorsun, bir şey olacak.
Mesela oradan anlıyorsun, bir şey olacak. 1980 darbesiyle alakalı bunu böyle gördüğümü söyleyemem ama şunu gördüğümü söyleyebilirim: Son bir ay gerçekten yıldırıcı seviyede şiddet olduğunu biliyorum. İnsanı taciz edecek, darlayacak seviyede bir şiddetin yükseldiği bir dönem o dönem. Sonra Özal’la beraber 1983’ler, 84’ler daha kapital, dünyaya açılan bir konumdayız. Birden bireyselleşme, kentleşme, müzik, sanat, fikir ön plana çıkıyor. Böyle şeyleri konuşuyoruz ama aklınıza müzeler, konserler vs. gelmesin. Biz bunları İbrahim Tatlıses, Serpil Çakmakçı bazında konuşuyoruz.
Hikâyemizin başlangıç noktası Hülya Avşar’lar. Çok alt seviyede bir yerden bir magazinle konuşuyoruz. Ben bunu trajikomik olmasını artırmak için söylüyorum. Türkiye’nin seks devrimi diye nitelendirdiğim bir şey. Çok çirkinleşiyor hikâye. Harika Avcı, “Ben bakireyim.” diyor. İbrahim Tatlıses, “Yok canım, şurada yapmadın mı?” falan. Gazete manşetlerinde bunların olduğu bir dönemdeyiz ve aynı zamanda bunun gündem oluşturduğu bir dönem. Tanju ve Hülya aşkının gündemde olduğu vs. 1990’lara kadar bu şekilde geliyor. 1990’lar civarı dünyanın genel hareketinde önemli bir değişiklik oluyor.
Şimdi biz dünyada genel olarak, “Komünizm çok kötüdür, Rusya kötüdür.” bilgisiyle gelen bir kültüre uyum sağladık. O yüzden bir düşmanımız vardı, komünizmdi. 1990 yılına geldiğimizde düşman ortadan kalktı, Rusya dağıldı. Bakın, çok trajik. Propaganda söylem dilinin siyasal ya da toplumsal açıdan karşılığını görmek açısından söylüyorum. Rusya’nın dağıldığı haberiyle, “dünyanın en kötü insanı Saddam’dır” haberleri aynı gün yayına giriyor. Birdenbire bizim kötü kutbumuz yavaşça Rusya’dan çıkıyor ve Saddam’a dönüyor. Bazen bazı tutarlılıklar insanı rahatsız ediyor ya. Komplo teorilerini sevmem, ayıklayabildiğimi de düşünürüm ama aynı dönem içerisinde bilinçli bir şekilde düşmanın şeklini değiştirme mevzusu, güzel çalışılmış bir iş gibi görünüyor.
O geçiş dönemini manşetleri görünce anlıyorsun. Neredeyse çocukça sayılabilecek bir dil kullanılıyor. Her on yılda bir darbe oluyordu. 90’larda darbe yok sanırım derken 93’te çok tuhaf bir hikâye gerçekleşiyor. Turgut Özal ölüyor, Adnan Kahveci ölüyor, Sivas olayları oluyor, Uğur Mumcu, peşi sıra 33 askerin
vurulması falan acayip bir durumlar. Aynı anda Metallica konser veriyor, Michael Jackson konser veriyor, Madonna konser veriyor. Hepsi aynı yıl.
Bunu trajik bulmayın, lütfen şöyle sorgulayın: 93’ten sonra hiç konser vermişler mi? 1993’ten sonrasında global etkiye sahip, büyük rol model medya efektlerinden hiçbiri Türkiye’de konser vermedi. Oluşagelen şeyin kendisi trajik. Siyaseten bir şeyin değiştiği belli. Kültürde ne değişiyor peki? Bireyselleşme ilk defa olgunlaşıyor. Niye 90’lar pop müzik efektini seviyoruz? Bunun aslında ilk güzel, marjinal, orijinal örneklerinin oluşageldiğini düşündüğümüz için seviyoruz. Bu 90’lar efektinin, bireyselleşmenin unsuruyla beraber, toplumdaki siyasal yapıda radikal bir şekilde değişiyor. Yani o dönemler en korkulan unsur olan muhafazakârlığın 2000’lerde ilk defa siyasetin yönetici unsuru olarak yerleştiği bir biçime doğru geliyoruz. Ondan sonrası daha yakın siyaset şeklinde, yorumlaması başka unsurlar barındıran şekilde devam ediyor. Hikâyenin kendisine, evrimine, dönüşümüne bakınca kabaca böyle görünüyor.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.