Uğur Batı & Sinir ve Karar Bilimi
-Aslı Şen
Aslı Şen: Uğur Hocam, teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizi yakından tanımak isteriz, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Uğur Batı: 1994 yılında üniversitenin birinci sınıfındayken reklamcılığa başladım. Önce staj sonra part time derken yavaş yavaş tam zamanlı çalışmaya geçtim. 2001 yılına kadar farklı ajanslarda çalışma fırsatı buldum. Sonrasında Telsim, Rumeli Telekom gibi firmalarda marka uzmanlığı yaptım. Ardından Yeditepe Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Doktora sürecimde eş zamanlı olarak üniversitenin iletişim faaliyetlerinde uzman olarak görev aldım. 2006-2009 yılları arasında Code İstanbul’un yaratıcı yönetmenliğini yaptım. Borsa İstanbul’un kuruluşunda yer aldım ve yaklaşık dört yıl boyunca pazarlama iletişimi, marka yönetimi, uluslararası pazarlama gibi alanlarda çalıştım. Yedi yıldır da Nişantaşı Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. Bu sürecin içerisinde birçok ulusal ve uluslararası danışmanlık ekibinin içerisinde bulundum. Bunlara ek olarak, Harvard Business Review, Bloomberg Business Week, Independent, Onedio, MyNet gibi sitelerde köşe yazarlığı yapıyorum. Devrim Erbil başta olmak üzere birçok sanatçı için kürasyonlar yapmaktayım. Pek çok sanatçının sergi süreçlerinde, etkinlik organizasyonlarında ve yan ürünlerin üretilmesinde görev yapıyorum. Sanat kitapları yazıyorum, makaleler yazıyorum. Süreç bu şekilde devam ediyor.
A.Ş: Birbirinden farklı alanlarda çeşitli üretimlerde bulunuyorsunuz. Tüm bunlara yetişmek eminim ki zordur. Bu kadar farklı alanda disiplinlerarası üretimde bulunurken anlatı dilinizi nasıl oluşturuyorsunuz? Bir kavram karmaşası yaşanıyor mu yoksa bir avantaj konumunda mı?
U.B: Yaratıcı endüstriler bağlamında cevap vermek gerekirse, kök aynı aslında. Tek bir kök ve gövde var, yaratıcı endüstriler. Sanat da üretsem, reklam da üretsem, hepsi bir yaratıcılık formasyonu olarak aynı gövdeye ait. Bu yüzden köşe yazısı yazmak da aynı. Ben Harvard Yazarlık Okulu mezunuyum; orada da belli bir ekol, format ve biçim var, böyle düşünebilirsiniz. Bu bir ağaç gibi ve ben o ağacın kökünü ve gövdesini takip ediyorum. Yan dallar ise çalıştığım, disiplinlerarası gibi görünen alanlar oluyor. Teknik olarak bunun kendi içinde bir mantığı var.
Benzer bir yapı disiplinlerarası bilim alanlarında da mevcut. Sonuçta iletişim bilimleri, davranış bilimleri, sinirbilim, sosyal bilim ve toplumsal sinirbilim gibi alanlar birbirine bağlı. Bu disiplinlerin içine ikna, manipülasyon, tüketici davranışları gibi alt alanlar da dahil. Şu an ben karar bilimi dediğimiz alana odaklanıyorum. Yaptığım araştırmalar ve yazdığım kitaplar karar bilimi üzerine. Ana eksenim davranış ve iletişim bilimleri olsa da sonuçta karar verme süreçlerini anlamaya yöneliyorum.
Bütün bu süreçleri ağacın hem üretim hem de bilimsel tarafta dallara ayrılan bir gövdesi gibi görebiliriz. Aynı gövdeden beslendiğimde hem zihinsel olarak dağılmamış oluyorum hem de bildiğim kök ve gövdeden hareket etmek bana çalışmalarımda bir rahatlık sağlıyor. Alan disiplini konusunda bu yaklaşımı korumak hem odaklanmamı sağlıyor hem de işimi kolaylaştırıyor. Bunu böyle ifade edebilirim.
A.Ş: Hocam karar bilimi diye bir alandan bahsettiniz. Bu konuyu biraz daha açabilir miyiz?
U.B: Bu durum literatürde; “decision making” diye yer alıyor. İçerisinde olasılıklar, ihtimaller formasyonu, bir karar verirken tez, antitez ve sentez nasıl oluşturulur, bunların süreçleri nasıl işlenir gibi konular var. Retrospektif olarak bir kararın doğruluğunu sonucundan alıyoruz. Bütün bu süreçler yönetim açısından önemli bir alan oluşturuyor, karar bilimi bu yüzden değerli. Bu aynı zamanda davranış bilimlerinin bir alt alanı ve toplumsal nörobilim dediğimiz alanın da bir alt dalı.
Örneğin, tüketici davranışlarında bir karar verme süreci var. İnsanın kariyer, eş, iş seçiminde bir karar verme süreci var. Bir yönetmenin bir filmi çekerken karakterlerin oluşumu, hangi oyuncuların onu canlandıracağı, hangi efektlerin ve kurgunun kullanılacağı…
Bütün bunlarda da bir karar verme süreci var. Aslında o kadar geniş bir alan ki, hayatımızda belki her gün binlerce irili ufaklı kararlar veriyoruz. Karar bilimi ise davranış bilimi ve sosyal nörobilim adı altında bu kararların nasıl verileceğini inceleyen bir alt disiplindir.
A.Ş: Daha önce yazdığınız bir makalenizden soru sormak istiyorum. Reklamların ideolojik bir yapı kurduğunu söylüyorsunuz. Reklamların ideolojik bir aygıt gibi çalışması nasıl gerçekleşiyor?
U.B: Reklamın kendisi bir ideoloji zaten. Yani toplumsal yapı, küresel finans sistemi ve küresel kültürel sistem içerisinde ideoloji olarak işleyen bir olgudan bahsediyoruz. Hangi markayı giydiğin senin şu an kendini ifade etme biçimin, oradaki sosyal statünün sembolü. Her ne kadar bunlar yıllar içerisinde değişimler geçirse de reklamın kendisi çok geniş bir alana yayıldı: Sosyal medya iletişimi, influencer marketing, marka elçiliği gibi unsurlarla çeşitlendi, büyüdü, tohumlandı, yelpazesi genişledi. Ama ana ideolojik yapısı değişmedi. Asıl olarak, kendini ifade etme biçimin bir ideoloji. Aidiyet kurduğun toplumsal statü, ait olduğun grup bir statü tanımı oluşturuyor. Kendini ya diğerleri gibi nitelendiriyorsun ya da onlardan ayırıyorsun. Bunu bakış açınla yapıyorsun, tükettiğin markalarla yapıyorsun. Kişinin kendi kimlik temsilinden bahsediyoruz. Giydiği, yediği, içtiği şeyler, oturduğu yer, gittiği tatil, istediği her şey aslında bu anlamda bir ideoloji. Statüler kendi içinde ne kadar muğlaklaşsa bile yine bir statü sembolü oluyorsun. Marka açısından bakıldığında, tarif ettiği hedef kitlenin psikografisi, eğitim yapısı, bölgesi, gelir düzeyi gibi özellikler de aslında kendi içinde bir ideolojiyi barındırıyor. Frankfurt Okulu’ndan bugüne, Adorno gibi pek çok önemli sosyolog, iletişim bilimci, felsefeci ve filozofun ifade ettiği gibi reklam, bugün küresel finans sistemi dediğimiz şeyin özü.
Bu sistem markalarla birlikte çalışıyor. Tüketim ve üretim ilişkileri bunun üzerine kurulu. Sen tüketeceksin ki üretim olsun, üretim olsun ki istihdam olsun, istihdam olsun ki ülkeler devam edebilsin. Tüm bunlar kullandığın ürün ya da hizmetin markası içine birtakım anlamlar eklenerek yapılıyor. Bu anlamların çoğu da soyut veya suni. Bugün Fanta neden “gençlik” olsun? Ya da Pepsi neden “yeni neslin seçimi” olsun? Sonuçta gazlı meşrubat içiyorsun. Sen bu anlamı ona kattığın için öyle. Yoksa Pepsi içtiğinde kendini daha genç hissetmiyorsun ya da Coca-Cola içtiğinde daha klasik bir bakış açısına sahip olmuyorsun. Bunların hiçbirini yapmadığı gibi, aslında hiç tüketmesek daha iyi olacak maddeler. Ama bakın, bunların üzerinden bile bir anlam geliştirip bir ideoloji oluşturuyoruz ve bir aygıt gibi davranıyoruz. Onu tüketenler de aynı zamanda bir aygıt haline geliyor. Reklam bu anlamların oluşmasında en önemli aygıtlardan biri. Bu nedenle reklamın kendisi ideolojik hâle gelmiştir.
A.Ş: Sinirbilim alanından sıkça bahsediyorsunuz. Sinirbilim nedir ve reklamcılık sektöründe nerelerde kullanılıyor?
U.B: Sinirbilim, nörobilim ya da beyin bilim dediğimizde aslında üç farklı terimle aynı kavramı anlatıyoruz. 1979 yılından itibaren ortaya çıkan ilk beyin görüntüleme donanımları ve buna ilişkin kodlanan yazılımlar, -özellikle son elli yılda gerçekleşen büyük gelişmelerle – beynin görüntülenmesi alanında önemli bir ilerleme sağladı. Beyin görüntüleme alanında geliştirilen donanımlar ve yazılımlar, bu konuda alınan patentler, tıp teknolojilerini bile geçmiş durumda. Adeta dünya bir “beyin yüzyılına” girmiş durumda. Dolayısıyla burada beynin elektriksel aktivitesini ya da anatomik ve fizyolojik yapısını inceleyen farklı donanımlar ve bunlara yönelik geliştirilmiş yazılımlar sayesinde insanların davranışlarını okuma yolunda ilerliyoruz. Örneğin, “Akıllı” insanlar neden aptalca hatalar yaparlar?”, “Özgür irade bir illüzyon mudur?”, “Kimlik nasıl gelişir? Aidiyet nasıl oluşur?, İdeolojiler nasıl çalışır?”, “Aşk nedir ve nasıl tezahür eder?”, “Aldatma, ihanet gibi kavramların beyindeki karşılığı nedir?”, “Yenilen pehlivan neden güreşe doymaz?” Belki yüzlerce başlık altında bu soruları beyin cihazlarıyla inceleme imkanına sahibiz. Yapılan bu çalışmaların sosyal bilimler alanında irdelenmiş haline biz sosyal nörobilim, toplumsal sinirbilim ya da sosyal sinirbilim diyoruz. Elbette normalde bu beyin görüntüleme cihazları demans, amnezi gibi konularda tıbbi çalışmalar için hekimler tarafından kullanılıyor. Ama bunun yanı sıra bir sosyal yansıması da var. Biraz önce saydığım ve bunun gibi binlerce konu başlığını artık beyin görüntüleme cihazlarıyla ortadan kaldırma umudunu taşıyoruz. Bu alan şu anda akademik olarak en çok gelişen alanlardan biri.
A.Ş: Satın alma davranışlarını etkileyen bir alanda kullanılan sinirbilim ile toplumu nasıl çözümlüyoruz?
U.B: Şu an dünya ve Türkiye siyasetinde, birçok oy verme davranışı aslında sinirbilim dediğimiz ilkelerle okunabilir durumda. Temâşânın, gücün, milliyetçilik akımlarının dünyada ve ülkemizde yükselmesi gibi durumların arkasındaki sivil ve bilimsel faktörler, oy verme davranışlarının nasıl yönlendirilebileceği, ikna ve spekülasyonun nasıl çalıştığı, bir oy verme davranışının arkasındaki kararın formasyonu ve bunun nasıl rasyonalize edileceği gibi konular beyin bilim çalışmalarıyla irdelenebilir. Mesajlar bunlara dayanarak oluşturulabilir, oluşturulan mesajların revizesi de bu çalışmalar aracılığıyla yapılabilir. Zaten nöropazarlama bunun tüketici davranışlarındaki biçimini ifade ediyor. Nöropolitik dediğimiz alan ise özellikle oy verme davranışlarına odaklanıyor. Bu gerçekten derin bir alan. Siyasal reklamcılık ya da siyasal pazarlamanın çok daha ötesine geçerek içinde antropoloji, antropomorfizm, iletişim bilimleri, yeni gelişen dijital bilimler, sosyoloji ve psikoloji gibi birçok disiplini barındıran geniş bir çerçevede ele alınıyor.
A.Ş: Peki biz bu olguları nasıl elde ediyoruz? Saha araştırması yaparak mı, yoksa deneysel bir yaklaşımla mı?
U.B: Hem deneysel çalışma hem de saha araştırması yapılıyor. Mesela bir beyin görüntülerme cihazı olan EEG kullanılıyor. GSR cihazı, vücudun en büyük organı olan derinin hareketini inceliyor. Daha eski bir yöntem olan Eye Tracking, göz odaklı çalışıyor. Fax cihazı ise mikro ifadeleri okuyabiliyor. Bu dört cihazın verilerini klasik araştırma metodolojisine uygun bir hâle getirip yorumladığınızda; tez, antitez ve senteze ulaşabiliyorsunuz.
A.Ş: Sinirbilimin toplumların davranış biçimlerini çözümlemek adına önemli bir alan olduğunu düşünüyorum. Peki hocam, biz bu davranışların arkasında yatan bilinçdışı olguları ortaya çıkardığımızda hangi sorunlara çözüm bulacağız?
U.B: Yeni gelişen teknolojilerle sinirbilim, önemli dip duygularımızı anlamaya, -bu çok büyük bir iddia amabilinçdışının belli bir kısmının çözümlenmesine yönelik davranışın arkasındaki motivasyonu bulmaya ilişkin ilham verici bir alan. Oy verme davranışları yönlendiriliyor. Tüketim davranışları yönlendiriliyor. Bazen istemsiz kararlar veriyorsun ya da yeni anlamlar oluşturuyorsun. Yani klasik reklamcılıktaki ikna metodolojisi nasıl çalışıyorsa, bu da teknolojinin yardımıyla, yazılım ve donanımların desteğiyle daha yeni, daha derin dip duyguları anlayabileceğimiz, motivasyonu ortaya çıkarabileceğimiz, yeni motivasyonları ve duyguları çerçeveleyebileceğimiz çok özel bir ikna yöntemine dönüşüyor.
A.Ş: Topluma dair bilinçdışı alanın biraz daha çözümlenmesinin bilim iletişimine katkıları sizce ne olur?
U.B: Bilinçdışı öyle kolayca çözülebilecek bir şey değil. Koca bir transatlantik gibi; çok geniş, sürekli gelişen ve gelişecek bir alan. Yani bugün nasıl yapay zekâ, 3D yazıcılar, blokchain altyapıları, kripto para teknolojileri, gelecek şehirler kuruluyorsa tüm bunların temelinde beyin bilim var gibi duruyor.
Birçoğu belki yeni insan modellerinin ortaya çıkması, üremenin şekil değiştirmesi, gen teknolojisiyle beynin birleşmesi gibi konularla iç içe geçiyor. Bu da çok geniş bir çerçeve sunuyor. Bilimsel gelişim açısından bunlar birbiriyle etkileşimli alanlar. Ama buradaki asıl amaç toplumun bilinçdışını etkileyip oradan bir ikna faaliyeti yürütmek değil. Asıl olarak şunu anlamaya çalışıyoruz: “Anlamı nerede oluşturuyorsun?”, “Hangi tercihleri yapıyorsun?”, “Niye yapıyorsun?”, “Ben senin hangi duygu ve motivasyonuna dokunsam, örneğin tüketici davranışları açısından ne yaparsam benim markamı düşünürsün?”, “Nasıl bir marka sadakati geliştirirsin?”, “Spesifik bir ürün ya da hizmetle ilgili hangi duyguyu, motivasyonu ön plana çıkarmak zorundayım ya da hangi motivasyonların füzyonunu yapmalıyım?” Bütün bunları beyin görüntüleme cihazlarıyla ortaya koyup onun üzerine bir mesaj inşası yapıyoruz. Şu anki görevimiz sadece bu. Sinirbilimde araştırmanı klasik bir anket yönetimiyle yapmıyorsun, rojektif tekniklerle yapmıyorsun, katılımcı gözlemle yapmıyorsun, etnografi ile yapmıyorsun, şimdi yaptığımız gibi bir röportajla da yapmıyorsun ama bu cihazlarla yapıyorsun. Araştırmanın sebepleri aynı olabilir. Ortaya koyulan argümanlar aynı olabilir ama metodolojisi ve veri toplama biçimi farklı.
A.Ş: Anladığım kadarıyla bilimsel tabanda bu verileri bir potada eritip insanlarla daha iyi bir iletişim, daha iyi bir ilişki kurabilmek için kullanabiliyoruz.
U.B: Kullanabiliyorsun. Ya da daha farklı amaçlarla da kullanabilirsin. Kişiyi istemsiz manipülasyona da yönlendirebilirsin. Theodor Adorno “Manipülasyon Şiddettir!” diyor ama belki de insanları manipüle etmeye çalışıyorsun. Evet, beyin bilim bunun için de kullanılabilir.
A.Ş: Toplumsal afazi adında bir kavramdan bahsediyorsunuz. Nedir bu toplumsal afazi?
U.B: Dil yitimi, düşünce yitimi diyebiliriz. Hissettiğin duyguyu ifade edemez duruma gelmek, kelimelerin anlamlarının kayması, yeni anlamların eklenmesi… Bence bu durum güncel toplumun en büyük dramlarından biri. Söylediğimiz şey söylemek istediğimiz şey mi emin değiliz. Dil yitimi dediğimiz şeyi; teknoloji, hız, karmaşa, dünyadaki siyasi gelişmeler, ihtimaller, ve riskler bu durumu destekleyen bir hâlde. Toplumsal afazi bütün dünyanın yaşadığı bir olgu ancak bizim ülkemizde biraz daha sert yaşanıyor. Aslında bir çeşit dil yitimi, düşünce yitimi yaşıyoruz ve bunu ifade etmek için toplumsal afazi kavramını kullanıyorum.
A.Ş: Afazi dediğiniz kavramın getirisi olarak komplo teorilerine ya da sahte bilime inanç artıyor mu? Ya da bilim iletişimi bu afazi ortamından çıkabilmek için bir çözüm sunabilir mi?
U.B: Ben metaforik bir yaklaşımla buna “toplumsal afazi” diyorum. Aslında afazi tıbbi bir kavram; bunu toplumdaki dil yitimi anlamında toplumsal afazi olarak ele alıyorum. Sorudaki olgular biraz daha “post” dediğimiz gerçek ötesi bir durumu ifade ediyor. disiplinlerle, sahte uzmanlarla, sahte bilgi biçimleriyle yeniden şekillendirilip dolaşıma sokulması, bilimin ve bilim iletişiminin de bundan zarar görmesine sebep oluyor. İşte bu, biraz daha “post truth” dediğimiz süreci ifade eder. Afazi ise kavramsal olarak çok daha farklı bir şey. Şöyle düşünün: Kadınerkek ilişkilerinde anlamlar yitirilmiş, bambaşka bir sürece girmiş durumda. Aslında bu bir afazi. Duygunu ifade etmeye çalışıyorsun, vatan sevgini ifade etmeye çalışıyorsun ama söylediğinle karşındakinin anladığı farklı. Bu bir afazi. Kendini ifade etmeye çalışıyorsun, edebiyat, kültür, tiyatro yapmaya çalışıyorsun ama dilin o kadar yitmiş ki kelimenin arkasındaki anlamı bulamıyorsun. Bu bir afazi. Siyaset kurumuna bakıyorsun, içi boşaltılmış bir sürü kavram var. Bu da bir afazi. Bir şey hissedeceksin; öfke, nefret, sevgi diyorsun ama hissettiğin bunu tam karşılamıyor. Duygun bile karmaşık. Bu yüzden afazi dil yitimi anlamında. Kullandığın dilin ergonomiden çıkması, epistemolojinin yani bilgi felsefesinin sarsılması. İnsanların daha az kelimeyle, daha az duygu ve zihinsel setlerle konuşup düşünmesi gibi. Tüm bunlar bir afazi unsuru.
A.Ş: Dezenformasyonun yayılma hızının çok yüksek olduğunu biliyoruz. Bilim iletişiminde de mücadele edilen noktalardan biri bu. Bir iletişim bilimci olarak bu durumun altında yatan temel sebepler sizce nedir? İnsanlar neden bu kadar kolay manipüle edilebilir hâle geldi?
U.B: Dünya karışık, fazla hızlı, izafiyet her yerde. Sonunu göremediğimiz gri, muğlak bir ortamda yaşıyoruz. Ekonomi karışık, siyaset karışık, davranışlar karışık, yaşam karışık. Dünyanın her yerinde, Gazze örneğinde gördüğümüz gibi büyük savaşlar ve soykırımlar gerçekleşiyor. Dünya öylece seyrediyor. Sen transpoze oluyorsun, alımlama yapıyorsun ve diyorsun ki “Dünya ne kadar kötü bir yer oldu.” Bu şiddet bir gün beni de bulur diyorsun, korkuyorsun, çekiniyorsun. Dolayısıyla iş iyice karışık hâle geliyor. Kaygı ve belirsizlik durumlarının olduğu yerlerde dezenformasyon çok daha etkili oluyor. Siyaset, tüketim, kültür, sanat ve spor gibi mekanizmalar da bunu kullanır hâle geldi. Dolayısıyla dezenformasyon yani birinin birini manipüle etmesiyle doğru olmayan bilginin yayılması ya da bilginin eksiltilmesi yoluyla yapılan iletişim faaliyetleri şu anda hedef kitleler nezdinde çok daha büyük bir etki hâlini alıyor. Bu zamanla popüler kültüre, hatta belki bir kitle kültürüne dönüşüyor. Aslında süreç bu kadar basit. Yani ortam post-truth’a, dezenformasyona ve afaziye çok uygun.
A.Ş: Bu yüzden de bilim iletişimini doğru şekilde yapmak ve yaygınlaştırmak bu anlamda çok önemli bir konumda duruyor.
U.B: Klasik söylemden yola çıkıyorsak tabii ki çok önemli. Ama bilim iletişimi için önce bilimi bilmeliyiz. İletişiminin önünde önce bilimsel düşünce sistematiğine sahip olmak gerekiyor. Bu noktadan sonra iletişimin çok önem kazandığını düşünüyorum. Tabii bu olmadığı için bir de terminolojiyi halka indirgemek durumu söz konusu oluyor. Televizyonda “Biraz daha basit konuşun ki halk anlasın” deniyor. Ama bu kadar basit konuştuğumda, terminoloji kullanmadığımda anlatmak istediğimi anlatamıyorum. Bir bakıma bilim insanı sadeleştiriliyor. Diyorsun ki, kendi söyleminin beşte biri kadar dil kullan, sentaktik yapıyı öyle kur, cümle dizimin öyle olsun, morfolojin yani kelime biçimin şöyle olsun. Halk, bilimi anlayabilir duruma geldiğinde zaten modern ve çağdaş toplumlar kuruyoruz. Böyle konuştuğumda iletişim yapmış olmuyorum ki. Bir şey yapıyorum ama aslında söylemek istediğimin ya da söylemem gerekenin sadece bir kısmını söyleyebiliyorum.
Umut Yiğit: Bilimsel bilgi genellikle “halka yayalım ve olsun bitsin” gibi yanlış bir algıdan dolayı sadeleştirilebiliyor. Oysa bizim baktığımız yer, ilgili bilginin gerçekten bir tartışma alanı açabilecek vasfının olup olmadığı. Aslında şunu merak ediyoruz: Ortaya çıkan bir gündem içerisinde bir bilgiyi tartışma alanı olarak değerlendirebilir miyiz? Buradan yeni bir çıktı, yeni bir anlayış üretebilir miyiz?
U.B: Bu tür çıktılar iyi olur. Mesela televizyon programlarında bilimin ya da popüler bilimin biraz daha bu bahsettiğim dilini konuşabiliyor olsak çok daha iyi olur. Akşamları tematik kanallarda trilyon tane siyaset programı yapacağımıza modern çağ sanatını, soyut resmi, heykeli, bilimi, inovasyonu, teknolojiyi konuşsak çok daha etkileyici olurdu. Ama böyle bir ortam maalesef yaratılmıyor. Ortam daha çok karşıtlıklara, ayrışmalara, siyasete ayrılmış durumda. Bunlar üzerinden konuştuğumuz bir dünya, bilimi ve bilimsel düşünceyi daha da imkânsız kılıyor. İmkânsız hâle geldikçe de olgular üzerinde duramıyoruz. Söylediğim gibi insanlara bunu anlatırken çok zorlanıyoruz. Zaten bir zaman sonra motivasyon da kayboluyor, anlatmaktan vazgeçiyorsun. Bu yüzden de önce bilimin kendisini iyi bilmeli, sonrasında ise içi sadeleşmemiş ve daha iyi bir anlatı sağlayacak gerekli terminolojileri kullanarak bilim iletişimini gerçekleştirmeliyiz diye düşünüyorum.
A.Ş: Davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz hocam, çok keyifli bir söyleşiydi.
U.B: Çok sağ olun. Görüşmek üzere.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.