Manifest, Enerji, Kuantum: Sahte Bilim

Yayın Tarihi: 6 Ağustos 2025
Toplam Okunma: 192
Okuma süresi: 16 dakika

İllüstrasyon: Beyza Büyük

-Betül Özdemir

Sosyal medyada ve telefon kapaklarında sık sık karşılaştığımız melek sayıları (777, 111), enerjinizin yüksek olduğu günlerde elde edilen terfiler, dolunaylarda hayatının aşkını bulmak, tutulmaların sonucunda bitirilen dostluklar… Bu kadar anlam yüklenen gezegen olayları neredeyse her hafta olurken, hayatımızda sürekli bir dönüşüm veya değişim iddiası taşır. İnsanların ne zaman diyete başlaması gerektiği, ne zaman aşkı bulacağı, “o günün” hangi gün olacağı söylenir. Neredeyse 8,5 milyar nüfusa sahip olan bu gezegendeki herkesin gerçekten de tek bir günde aşkı bulması size inandırıcı geliyor mu?

Astroloji ve Kaderi Tayin Eden Gezegenler

İnanç dendiğinde akla gelen ilk şeylerden biri de astrolojidir. Her gün, her yerde, her mecrada karşımıza çıkan ve herkes tarafından farklı biçimlerde yorumlanabilen astrolojiye göre, evrende bulunan yıldız ve gezegenlerin hareketleri insanın karakterini ve kaderini etkiler. İçinde yıldızlar ve gezegenler geçtiği için de çoğu zaman bilimselmiş gibi algılanır.

Ancak astrologlar, yanlışlanabilen olguları öngörülerinde kullanmaz; ayrıca gözlem ve deneyle test edilebilir, nesnel verilere dayanan analizler de sunmazlar. İnsanları, her biri bir ayı temsil eden 12 burç etrafında kategorize ederek, gezegenlerin bu burçlarla kurduğu sembolik bağlantılar üzerinden tahminlerde bulunurlar.

Örneğin yengeç burcu çoğu zaman evcimen, hassas, konfor alanından çıkmayı sevmeyen ve ebeveynliğe yatkın bir karakter olarak tanımlanır. Bir astrolog aynı ay için yengeçlerin çok kötü bir dönem geçireceğini söylerken, başka bir astrolog tam tersine, yengeçlerin en şanslı dönemini yaşayacağını iddia edebilir. Eğer kişinin özellikleri ya da yaşanan olaylar burç tanımına uymuyorsa, “yükselen burcuna bak” veya “ay burcuna bak” gibi yeni gerekçelerle açıklanır. Doğum saatine göre çıkarılan uzun ve karmaşık haritalarla da bu tahminler desteklenmeye çalışılır. Astroloji günümüzde öylesine yaygındır ki, kimi insanlar burç uyumunu bahane ederek ilişkilerini bile sonlandırabilmektedir. Oysa bilimsel araştırmalar astrolojinin önermelerini ciddi şekilde sorgulamıştır.

Örneğin Carlson tarafından 1985’te yürütülen deneysel bir çalışmada, astrologların kişilik analizlerinin rastlantısal tahminlerden istatistiksel olarak farklı olmadığı gösterilmiştir. Benzer şekilde Dean’in 2007’de gerçekleştirdiği geniş çaplı meta analiz de, astrologların yaptığı kişilik tanımlamalarının tutarlı ve tekrarlanabilir bir bilimsel temele dayanmadığını ortaya koymuştur. Tüm bu bulgular, astrolojinin insan karakterini veya kaderini belirlediği iddiasının bilimsel olarak desteklenmediğini açıkça göstermektedir.

Falcılar ve Geleceği Gösteren Objeleri

Bu hayatta temas edebildiğiniz her şeyin falı mevcut. Bana bir şey göster, sana geleceğini söyleyeyim. Kahve artığın? Neden olmasın. İskambil destesi, tuz falı, ayak falı, krem falı, çivi falı ve daha neler neler… “Falcılar” baktıkları araç ve objelerden destek alarak sizin geçmişinizi, bugününüzü ya da geleceğinizi tahmin edebildiklerini öne sürerler, “Avuç içinden ne kadar yaşayacağını söyleyebilirim, hayat çizgisini duymuş muydun?”. Bu yorumlar veya tahminler üzerine kurulu öngörü sistemi, özellikle aşırı genel söylemlere dayanmasından ötürü bir olgu gibi algılanabilmesine yol açıyor.

Bu akıl dışı pratiğe örnek olarak üniversiteye giden bir genç verilebilir. Zaten büyük kaygılarla ve büyük beklentilerle gittiği falcıya; okul hayatının nasıl geçeceği, ne gibi zorluklarla karşılaşacağı, nasıl arkadaşlıklar kuracağını sorar. Cevap olarak ise “Çevrende seni kıskanan birileri var”, “Bu sene birkaç dersinde zorlanabilirsin” gibi herkesin hayatında yaşayabileceği zorluklar hakkında aşırı genelgeçer söylemlerle karşılaşırlar. İnandırıcılığı artırmak için bu söylemleri enerji veya aura gibi bilim dışı olan fakat bilimsel terim gibi görünen bazı kavramlara dahi dayandırabilirler. Aslında bu etkinin bilimsel olarak bir karşılığı da bulunmaktadır. Buna “Forer Etkisi” denmektedir. 1948 yılında Bertram Forer öğrencileriyle bir deney yapmaya karar verir. Hepsine bir kişilik testi yapar fakat sonucu değerlendirmez. Bütün öğrencilere aynı hazır metni dağıtır. Metinde kısaca şu yazmaktadır: “Zaman zaman dışa dönüksünüz, bazen ise içine kapanıksınız. İnsanlar sizi anlamakta zorlanabiliyor. Güven kazanmanız zaman alıyor ama birini sevdiğinizde çok sadıksınız.” Metni okuyan öğrencilerine kendi kişiliklerine göre bu yazıyı 1 ile 5 arasında değerlendirmelerini ister ve sınıftan çok yüksek bir puan çıkar. Bu deney bize şunu söylemektedir; fal ve akıl dışı gelecek öngörüleri genelgeçer hayat deneyimlerine dayanır. Baktırdığımız 50 faldan 1’i çıktı diye bu falcının geleceği gördüğü anlamına gelmez.

 

İllüstrasyon: Beyza Büyük

Tarot ve Geleceği Öngörmek

Tarot ise karmaşık sistemiyle ve göstergebilimden faydalanan altyapısı ile insanlara daha gerçekmiş hissiyatı verir. Bu geleceği öngören kartlar temelde üzerinde bir takım çizim, sembol ve isimler barındırır. Ancak gerçekte tarot, Kuzey İtalya çevresinde Orta Çağ’ın sonlarına doğru soyluların eğlenmesi için üretilen bir oyundur. Saray ve çevrelerinde “Tarocchi” denilen, 2 ila 6 kişi arasında oynanan bu oyunun amacı ise ellerindeki güçlü kartlarla rakiplerini yenerek puan toplamaktır. Bu durum bugün oynadığımız Monopoly’nin bundan birkaç yüzyıl sonra geleceği öngörmek için kullanılan bir araca dönüşmesine benzetilebilir. Tarot kartlarının üzerinde bulunan fi gürler, ikonlara dayanır. Ölüm, aşıklar, yıldız ve şeytan gibi temsiliyetler taşıyan bu ikonlar kolektif bilinçdışı ve Jung’un arketip kuramı ile ilişkilendirilir. Örneğin; İmparatoriçe kartı anne arketipini temsil ederken kule kartı yıkım, kaos, yeniden gibi anlamlar taşır.

Jung’a göre kolektif bilinçdışı doğrudan erişilemez. Rüyalar, mitler, semboller ve sanat aracılığıyla bize ulaşır. Bu bağlamda, seçilen tarot kartlarının da bilinçdışına ayna tuttuğu ve bilinçdışında zaten var olan imgeleri görselleştirerek bilinç düzeyine taşıdığı öne sürülür. Ne hissediyorsun, ne düşünüyorsun ve bunun sonucunda ne yapmalısın sorularının cevabını taşır. Taşıdığı cevapların ise esnetilebilir olması, ampirik kanıtlara dayandırılamaması, bize yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir hipotezler sunamaması sınanabilir olmasına engel olur.

 

Bilim ve Metafiziğin Sahte Enerjisi

Ancak enerji, bizim hayatımızla ilgili kararlar veren, kaderimizi değiştiren ya da bizimle mesajlaşabilen bir şeye hiçbir zaman dönüşmemiştir. Buna rağmen ne yazık ki enerjinin tanımı günümüzde bambaşka bir yöne kaydırılarak gerçek dışı, metafizik bir alana taşınmıştır. İnsanlar “enerji” dendiğinde, çoğu zaman bunu metaforik ya da spiritüel bir şekilde yorumlamakta ve hatta bu alanda uzmanlaşmayı hayal etmektedir. Çoğu kişi enerjiyi kozmik güçlerle, örneğin çakralarla, Qi/Chi kavramıyla, auralarla veya reikiyle ilişkilendirmekte, görünmediği için sadece hissedilebileceğine inanmaktadır. Kişiden kişiye değiştiği iddia edilen bu “enerji” anlayışının soyut ve sezgisel olduğu kabulü, konunun zaten ne kadar bilim dışı olduğunu da ortaya koyar niteliktedir.

Bu kişiler, enerjinin dengede ve akışta olması gerektiğini savunur, bunu meditasyonla, çakralarını açarak ya da dolunay ve tutulma gibi gök olaylarında yaptıkları ritüellerle koruyabileceklerine inanırlar. Enerjilerini bu şekilde beslediklerini veya zarar görmekten koruduklarını düşünürler. Oysa fizik ve matematik gibi pozitif bilimlerin üzerinde çalıştığı enerji kavramı, onların gözünde âdeta bakılması, beslenmesi ve korunması gereken bir evcil hayvan gibi algılanır.

Kendimizi yorgun ya da halsiz hissettiğimizde ortaya çıkan hormonal değişimleri bile enerji ya da nazarla açıklayan insanlar görülebilir. Bu kişiler, bilimsel temelden uzak bir şekilde, yaşamlarını enerjilerinin durumuna göre şekillendirmekte, başkalarının kötü düşüncelerinin dahi “olumsuz enerji dalgaları” yayarak kendilerini etkileyebileceğine inanmaktadır. Bu nedenle, sözde enerjilerini temizlemek ya da yeniden doğmuş gibi hissetmek için meditasyon, çakra açma ve benzeri uygulamalara sıkça başvurmaktadırlar. 

Evrenin Merkezinde Kozmik Kuantum

İçimizdeki enerjinin bir “kuantum alan” içerdiğini ve dönüşüm – değişim geçirdiğimiz dönemlerde bu kuantum enerjisinin bir sıçrama yaşayacağını söyleyerek sizi etkileri altına alabilirler. Oysaki kuantum alan dediğimiz fizik konusu evrenin her bir noktasında bulunan, parçacıkları doğuran dinamik ve dalgalanabilir bir fiziksel sistemdir. Mikroskobik düzeydeki bu parçacıkların ölçümlenebilir ve denetlenebilir olması, konumuzun bilim tarafını desteklerken bu kişiler kuantumun bilinmezliğini bir avantaja dönüştürerek insanları enerji ve meditasyon gibi metafiziksel sistemlerin doğruluğuna inandırmaya çalışır. Şöyle bir örnekle kafamızda kuantum mekaniğini canlandırabiliriz; suya atılan bir taş düşünelim, burada su kuantum alanı oluştururken taşın sebep olduğu dalgalar birer parçacıktır. Modern fiziğinin temeli olan bu konunun enerji başlığının altında spiritüel bağlantı kurulduğunu görmek maalesef şaşırtıcı değil.

İçimizdeki herhangi bir görülemeyen ve ölçülemeyen enerjinin fizikteki kuantum bağlamından kopararak hayatımıza yön vereceğini düşünmek insanlara bu konuda koçluk yapmak, her şeyin sınırsız potansiyele sahip olduğunu iddia etmek, düşüncenin maddeye dönüşebildiğini söylemek kulağa pek de inandırıcı gelmiyor. Ayrıca spiritüel anlamda kuantumu kullanan insanlar bu alana girdiklerinde şifalanabileceklerini, enerji terapileri ve çekim yasası adı altında yaptıkları manifestlerle hayatına her şeyi en iyi şekilde çekeceklerine inanırlar. Hatta bu alanda özellikle koçluk yapan birçok insan da bulunmaktadır. Bu koçlar tahmin edersiniz ki ne fizik temelli bir eğitim almışlardır ne de bilimsel gerçekliğe dayalı bir şekilde ilerlemektedir. Kuantum adı altında yapılan koçluklar, hayatını yeniden programlayabileceğini, bilinçaltına inerek kuantum düzeyde yeniden yazılabileceği gibi iddialarla karşımıza çıkarlar. Özellikle bilinçaltına inerek kuantum düzeyde bir şeyleri değiştirme durumunu çevremden çok duymaktayım. İnsanların bu yöntemi sigarayı bırakmak, yeme düzenlerini değiştirmek, travmalarını unutmak, aşk acılarını dindirmek için kullandıklarına şahit oldum. Kendilerini inandırarak çıktıkları bu yolda elbette bir süreliğine etkili olduğuna inanıyorlar çünkü kararsız ve hayatlarında tutunacak bir dal arayan bu insanlar için bir motivasyon kaynağına, emeksiz değişim propagandasına dönüşüyor. Peki kuantum nasıl spiritüalizmin temeline yerleşebildi? Bilinmezlik hissiyle açılan bu kapılar inanç duygusunu besleyerek insanın yanılmasına sebep olabilir. İnsan evrenle bir bağlantısı olduğunu düşünmek ister. Bilimin sunduğu kesin ve net kurallarla pozitivist bir gerçekliğe, spiritüel kuantumun sunduğu esneklik kolay ve uğraşsız olmasından ötürü tercih edilebilir.

 

İllüstrasyon: Beyza Büyük

 

Uzaylılara Açılan Kapı Göbeklitepe

Bazı popüler kaynaklarda “tarihin sıfır noktası” olarak nitelendirilen Göbeklitepe, günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce, Neolitik Çağ’da yapılmış bir yapı olarak, içerisinde birden çok tapınağı barındırır. Dini ve sosyal anlamlarda arkeolojik veriler taşıyan Göbeklitepe, T biçimli sütunlara kazınmış olan insan elleri ve kolları, soyut semboller, üç boyutlu hayvan figürler içerir.

Göbeklitepe’nin, anıt taş sütunlarıyla ritüel ve toplumsal organizasyonu destekleyen bir enerji kapısı olduğu da iddia edilir. Yapılan kimi astronomi çalışmalarında, bu sütunların gök cisimleriyle hizalanmış olabileceği öne sürülür. Bu gök cisimlerinden biri de Sirius kuyruklu yıldızıdır. Bu tür görüşler, konuyla ilgili çeşitli spekülasyonların ortaya atılmasına yol açtı. Spiral biçimindeki koridorların yarattığı akustik ahengin, yapının kutsallığını simgelediği düşünülür ve bu nedenle burada çeşitli ritüellerin gerçekleştirildiği öne sürülür. Bazı insanlar, o dönemde yemek olarak tüketilen ceylan, geyik gibi canlı türlerini ritüelin bir parçası olarak kabul eder. Belki de gerçekten öyledir. Fakat bu, Göbeklitepe’nin ruhsal enerjiyi kapsayan bir kuantum alan olduğunu kanıtlar mı? Dünya tarihi açısından büyük öneme sahip bir arkeolojik kalıntı olduğunu kabul etmenin yanı sıra, 2024 yılında çıkan bazı haberler Göbeklitepe’nin bir “enerji merkezi” ve “uzaylıların havalimanı” olduğu yönünde söylemler içeriyordu. Bu seanslar, üç günlük program için 69 bin TL gibi yüksek ücretler karşılığında sunuluyordu. Katılımcılara Sirius Bağlantısı ile 21 Katlı Gizli Boyut Kapısı Açma, Işık Dili ile Üst Versiyon Yüklemesi ya da Korku Protokolü Bozma gibi başlıklarla seanslar öneriliyor, ardından topluca ağlama seansları gerçekleştiriliyordu. İnsanlara geçmişteki benlikleriyle bağlantı kuracakları ve Göbeklitepe üzerinden içsel yolculuk yapacakları anlatılıyordu. Seanstan sonra ise Göbeklitepe çevresinde toplanarak birikmiş duygularını dışarı kusmaları bekleniyordu. Bu tarz uygulamalar, bilim dünyasında tepki toplarken, Sözcü Gazetesi’nde (20 Eylül 2022 tarihli haber) ve Cumhuriyet Gazetesi’nde (21 Eylül 2022 tarihli haber) yayımlanan haberlerde de detaylıca yer bulmuş, kültürel mirasın ticari amaçla istismar edildiği vurgulanmıştı.

Bu olaylara daha fazla sessiz kalamayan Patara kazısı başkanı arkeolog Prof. Dr. Havva İşkan Işık “Eğer şifa arıyorsanız, bu şifa Göbeklitepe taşlarında değil, psikiyatristlerde bulunur” dedi. İnsanların bilime ulaşmalarına engel olduğunu çok net bir şekilde kanıtlayan açıklamalar ışığında; bu gibi inançların bilimsel kazı alanların zarar verdiğini ve bölgede bulunan en ufak taşın bile kutsal görülmesine sebep olduğunu, buna inanan insanların fırsatı varsa bu bölgelere giderek kaçak kazı ve dinamit patlatma gibi eylemler gerçekleştirilerek o alanların tahrip edildiğini de cümlelerine ekledi. Enerji, kuantum alanı, içsel yolculukları destekleyen kelimelerin gücüne inanan başka bir popüler kültür ögesi de Manifest kavramıdır. Manifest kelime anlamı olarak açık, belirgin ve kolayca anlaşılabilir bir ifade olarak tanımlansa da, inanç bağlamında bambaşka bir anlam yüklenir. Manifest savunucuları, arzu ettikleri bir şeyi olmuş gibi dile getirerek ve “enerjisini yayarak” evrenden talep edebileceklerine inanırlar. Bu süreçte, düşüncelerin yarattığı bir tür “çekim yasası” olduğuna dair bir kabul vardır. Ancak çekim yasası kavramı, elektromanyetizma gibi fiziksel bir kanuna dayalıdır. Dolayısıyla manifest düşüncesini gerçek bilimsel yasalarla temellendirmek mümkün değildir.

Manifest düşüncesini benimseyen kişiler, sürekli pozitif bir tutum içinde kalmanın arzu edilen olayların gerçekleşme ihtimalini artıracağına inanır. Ancak bu noktada Positive Fantasy (pozitif fantezi) olarak adlandırılan bir yanılgıya dikkat çekmek gerekir. Araştırmalar, yalnızca olumlu hayaller kurmanın bireyi pasifleştirdiğini ve harekete geçme motivasyonunu zayıflattığını ortaya koymaktadır. Bilim iletişimi perspektifinden bakıldığında da bu durum sorunludur. Çünkü davranış değişikliğine yol açacak şekilde planlanmamış, sadece olumlu imgeleme temelli mesajlar, toplumsal düzeyde de pasif bir bekleyiş kültürünü güçlendirebilir. Bilim iletişimi, yalnızca umut aşılamak değil, aynı zamanda gerçekçi, kanıta dayalı bilgiyle insanları harekete geçmeye yönlendirmekle yükümlüdür. Sadece “hayal et ve bekle” yaklaşımı, davranış biliminin temel ilkeleriyle çelişir. Manifest söylemleri genellikle etkileyici, sade ve herkesi kapsayan cümlelerden oluşur. Örneğin; “Evrenin sana sunduğu işaretleri fark edebiliyor ve hak ettiğin bolluğu çekiyorsun” gibi ifadeler, insanlara güçlü bir inanç telkin eder. Bu tarz ifadeler ikna edici olabilir, ancak bilim iletişimi açısından baktığımızda, eleştirel düşünme becerilerini zayıflatabilir. İnsanlar, bu tür iddiaları sorgulamadan kabul etmeye daha eğilimli olur.

Manifest inancı gerçekleşmediğinde ise, “Yanlış enerji yolladın”, “Yeterince istemedin” ya da “Evrenin senin için daha iyi planları var” gibi açıklamalarla gerekçelendirilir. Böylece manifest kavramı, ne yapılırsa yapılsın yanlışlanamayan bir inanç sistemine dönüşür ki bu, bilimsel düşüncenin temel ilkesi olan yanlışlanabilirlik (falsifiye edilebilirlik) ilkesine açıkça aykırıdır. Bazı kişiler manifesti bir hedef belirleme aracı gibi kullanarak plan yapmaya çalışsa da çoğu zaman sihirli bir formül bulmuş gibi yalnızca doğru kelimeleri söyleyerek sonuç almayı bekler. Bu durum, kişinin çaba harcamadan pasif bir beklentiye kapılmasına yol açar. Bilim iletişimi açısından bu risk özellikle önemlidir. Çünkü gerçekçi hedefler, davranışa dönük planlar ve kanıta dayalı bilgiler sunulmadığında, toplumun bilimsel düşünceyle bağının zayıflaması tehlikesi ortaya çıkar.

 

 

Bilimsizlik ve Belirsizlik

İnsanların belirsizlik karşısındaki kırılganlığı, onları sahte umutlar vaat eden ancak bilimsel temelden yoksun inanç sistemlerine yönlendirmektedir. Astroloji, fal, tarot, enerji, kuantum sıçramaları ve manifest gibi kavramlar; bilimsel görünme çabasıyla süslenmiş, ancak genelgeçer ve kişisel yorumlara dayalı oldukları için gerçek bilgi üretmeyen sistemlerdir. Bu tür inanışlar, insanlara kontrol illüzyonu sunarken aynı zamanda bilimsel düşünmeyi ve sorgulamayı da gölgede bırakır. Oysa bilim; gözlem, deney ve mantıkla ilerleyen, şüpheye açık, değişime açık bir sistemdir. Yıldızların konumu ya da çakraların açıklığı değil, akıl ve bilgiyle alınmış kararlar hayatı belirler. Sahte bilimlerin cazibesine kapılmak yerine, gerçek bilgiyle donanmak bireysel gelişim ve toplumsal ilerleme için en sağlıklı yoldur.

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın