Kimin Bu İstanbul?

Yayın Tarihi: 23 Mayıs 2025
Toplam Okunma: 48
Okuma süresi: 5,6 dakika

Kimin Bu İstanbul?

İllüstrasyon: Gülnihal Akbudak

Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu. demiş Napoleon Bonaparte. Tabii ya, kim bilmez ki bu sözü. Peki şairlerin, yazarların ya da müzisyenlerin gözleri kapalı dinlemesine ne demeli bu şehri? Kaç kitaba konu oldu, kaç şiir yazıldı İstanbul adına? Herhalde saymakla bitmez. Yunanistan’ın Megara kentinden çıkan genç Byzos kurmuş bu şehri güya. Körler ülkesinin de karşısındaymış bu topraklar. Byzos dönmüş bakmış bugünkü Fatih taraflarına. Durur mu? Yakmış feryadı. Burası varken kim başka yerleri memleket edinirmiş kendine? İşte bu topraklar, Yahya Kemal’in bir ömre değer biçtiği, dini kitaplarda adı geçen, birden fazla mabede ev sahipliği yapan İstanbul. Kimileri almaya çalışmış bu şehri, kimileri tapmaya bu şehre. Ben, onlar gibi tapmaya da çalışmıyorum, almaya da İstanbul’u. Deprem tehlikesi, asgari ücret, emek krizleri falan derken, kutu gibi şehirde, kutu gibi evler. Bir de bu şehirde tutunmaya çalışan kutu gibi hayatlar. Fazla mesaiden belki de dolaşılamayan sokaklar. Şehir dışından gelen bir akrabayı beklersin, başka türlü yolun düşmez Ayasofya’ya, Sultan Ahmet Camii’ne ya da türlü türlü müzesine, İstanbul’un. Hepimiz İstanbulluyuz da kimileri görmeden göçtü bu şehrin mabetlerini. Mesela bizim Bakkal Ali Abi. Kendi halinde dürüst bir esnaf. Saf bir abimiz. Çocukken cips ısmarlardı, dondurma aldığımızda bizlere. Yaşlandı artık ama en son gördüğümde yanıyordu hala Sultan Ahmet Camii’nde bir vakit namazın hasretiyle.

“Bilmeyenler için anlatayım, bindiğin vagonda herkesin yüzünü süzersin. İyice bir bakarsın. Saç kesiminden, giyinişinden, taktığı çantadan oturuşundan hatta telefonun modelinden. Her şey sınıfsaldır İstanbul’da.”

Hiç çıkmamış Tuzla’dan zorunda kalmadıkça. Birkaç kez Pendik Devlet Hastanesi, Kartal Eğitim Araştırma, eskiden de İzmit seferleri için Haydarpaşa Garı. Üniversiteye başladığımdan beri bizim mahallede görmedim onu, birkaç sene önce taşınmış buradan. Geçtiğimiz hafta da haberini aldım. Önce kalp krizi, iki tane stent, psikolojisi de kaldıramamış ilaçları, ardından mevta. Ailesini de içini de bilemeyiz Ali abinin. Ama dediklerine göre kalp krizine sevk eden de onu geçinememekmiş, öyle konuşuyorlardı kahvehanede. “İki çocuk evlendirdim ben, mahallenin esnafıyım, bu yaştan sonra yaşlı başlı adam taşınır mı?” diyormuş sevenlerine. Tuzla dediğime de bakmayın burada da kiralar ateş pahası oldu. Avrupa’ya göre zamlar geç geliyor, hatta çokça geç geliyor ama her semtin ayağı da farklı yorganı da. Ha evet, İstanbul diyorduk ya Yahya Kemal’in İstanbul’u, kutlu şehir, payitaht. Eskiden bu şehre bakıp aşıklarını hatırlarmış maşuklar. Marmara denizini dinler, besteler yaparlarmış. Hatta yeditepe üzerinde zaman bir gergef de işlermiş onların gözünde. Ben olsam İstanbul’un bitmeyen, dinmeyen kaosunu anlatırdım. On altı milyon insanın nasıl sıkıştığını, rezidansların nasıl boğazı ortadan ikiye yardığını yazardım ya da Levent’in bitmek bilmeyen trafiğini. İş çıkış saatinde köprüleri çizerdim tuvale. Korna seslerini, trafikte çıkan kavgaları bestelerdim. Bence o sanatçılar iş çıkış saatinde otobüse binselerdi, küfür ederlerdi İstanbul’a. Beyoğlu’dan yürürken İstanbul çok güzel, hadi bir de oradan dönebiliyorsan dön evine.

İllüstrasyon: Gülnihal Akbudak

Mahallenin gülü, yan komşum Fatma anlattı geçenlerde. Tekstil atölyesinde çalışıyor Merter’de, senelerdir. 14 saat mesai, yasal sürenin de üzerinde. Burada işler böyle, kimse yakalanmıyor da zaten. Çalıştır, Allah’ım çalıştır. İşten çıkmış dönecek Pendik’e, evine. İstanbul’un bir ucundan bir ucuna. Marmaray’a binmiş. Tabii orada İstanbul eşrafının gizli becerilerinden, kişi durak analizi. Bilmeyenler için anlatayım, bindiğin vagonda herkesin yüzünü süzersin. İyice bir bakarsın. Saç kesiminden, giyinişinden, taktığı çantadan oturuşundan hatta telefonun modelinden. Her şey sınıfsaldır İstanbul’da. Kiralar pahalı olunca herkes her şeyi alamıyor dilediğince. Her neyse. Gözüne kestirirsin birini yaparsın analizi. Dersin ki bu kadın aristokrattan hallice. Suadiye’de inecek. Ya da gözüne sarmaş dolaş yolculuk yapan iki genç çarpar. Hemen aklına Söğütlüçeşme gelir, Kadıköy’de inecek bunlar dersin. Muhafazakârlar genelde marka giyiyorsa Sirkeci’de, sıradan giyinmiş ise Pendik taraflarında oturuyor dersin. Her zaman tutmaz ama zamanla ustalaşırsın bu zanaatta. Fatma kestirmiş gözüne bir hanımefendi. Yetmişli yaşlarda, kırmızı bluz giyen, elinde kitabı, saçları boyalı, tırnakları ojeli bir teyze. Hemen dikilmiş önünde. Demiş ki kendi kendine; “bu kadın Bostancı’da inecek.” Gerçekten de yaklaşmış, Feneryolu’nda inmiş kadın. Belki siz şaşırırsınız ama Marmaray’da mekik çeken biri şaşırmaz böylesi isabetli tespitlere. Şans deyip geçmez, öyle basitçe. Hepimiz arketiplerde ustalaştık artık, öğrenilmiş çaresizlik. Neyse kadın kalkınca başka vagonlardan koşturup gelen teyzelerin, amcaların gözünün yaşına bakmamış oturmuş boşalan yere. “Çok yoruldum kestireyim artık,” demiş Fatma. Biraz uyumaya kalmasın, düşler dünyasına yeni yeni dalarken, yüzünde bir soğukluk hissetmiş. Arkasından da acı. Şok olmuş, korkuyla sıçramış yerinden. Üzerinde patlamış bir pirinç paketi, yüzünde hissettiği soğukluk ise bir teneke kola. Şokun etkisiyle ne oluyor anlamamış tabii. İki tane adam girmiş birbirine, zaiyat ise alışveriş poşeti. Pirinç paketi akşam yemeğine yetişecekmiş belli ki. Haklarını kaybetmişler Fatma’nın üzerinde. Kavga bitince atmışlar bu adamları Marmaray’dan.

Mevzu basit, yer kavgası. Kim oturacak? Ben mi, sen mi? Bacağını çok açtın, kapa. İlk ben dikildim, son sen. Hep aynı mevzular, hep aynı kavgalar. Yaşar Kemal’in İstanbul’u da bir, Bakkal Ali Abiyle tekstil çalışanı Fatma’nın İstanbul’u da bir. Birileri boğaza methiyeler düzerken, birileri hiç göremeden göçüp gidecek bu mavilikleri. Ama çöktü bir kere bu şehrin tepsine Tevfik Fikret’in “Sis’i”. Uyumaya da devam edecek İstanbul’un canlı yığını, zehirli suyunu yapısına katmış gibi.

İllüstrasyon: Gülnihal Akbudak

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın