Seda Öğretir & Geleneksel Medyada Zincirleme Bilim

Yayın Tarihi: 7 Ağustos 2025
Toplam Okunma: 80
Okuma süresi: 33 dakika

-Yaren Şenyurt

Ekran önünde olduğu kadar kamera arkasındaki birikimiyle de meslek hayatında önemli bir isim haline gelen, çocuk edebiyatından televizyon programcılığına kadar üretimin her alanında bulunan Seda Öğretir, haberciliğe ve bilim iletişimine dair görüşlerini bizlerle paylaştı. NTV ekranlarında uzun yıllardır ana haber bültenini sunan, aynı zamanda “Zincirleme Reaksiyon” programıyla güncel meseleleri farklı açılardan ele alan Öğretir ile geleneksel habercilikten, topluma bilimsel içerik sunmanın yollarına kadar birçok konudan bahsetti.

Yaren Şenyurt: Öncelikle davetimizi kırmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Okurlarımız elbette sizi ekran yüzü olarak tanıyordur ama ekranın dışında da alanda işler yapıyorsunuz. Bu yüzden sizi biraz daha detaylı tanımak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Seda Öğretir:  Son 15 yıldır NTV’de, onun öncesinde on yıl kadar başka kanallarda çalışmış bir televizyon habercisiyim. 8-9 yıl kadar önce yazma çizme işinin başka bir boyutunu daha deneyimlemeye başladım. O boyut da çocuk edebiyatı oldu. Şu sıralar hayatımda epey büyük bir yer tutuyor. Şimdiye kadar yedi çocuk kitabım yayımlandı. Bu kitaplar daha çok ilkokul çağındaki çocuklarına yönelikti. Çocuk edebiyatının ve çocuk kitabı yazarlığının olmazsa olmaz dediğim, çok önem verdiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Yazarlıkla birlikte çocuklar için yaptığım etkinlikler beni oldukça besledi. Özetle bir televizyon habercisi ve çocuk kitabı yazarıyım.

Y.Ş: Mezun olduktan sonra Beyaz Show’da kamera arkası görevlerde çalışmışsınız. Sonrasında Mehmet Ali Birand ile çalışma şansı yakalamışsınız. Kendisi, sizin muhabirlik kariyerine başlamanıza katkı sağlamış. Biraz bu deneyimlerinizden bahseder misiniz?

S.Ö: RTS’den mezun olduktan sonra işe kamera arkasında çalışarak başladım. Yapım birimlerinde, teknik, reji, yapım asistanlığı, stüdyo şefliği gibi birçok alanda çalıştım. Bu dönem çalıştığım kanalın sezonluk işlerinde, nerede ne ihtiyaç varsa orada görev aldığım bir dönemdi. O yüzden başlarda belirli bir görev tanımım yoktu. Örneğin bir ara rejide yayına telefon bağlıyordum. Sonradan bu işlerin bana bir dolu şey öğrettiğini fark ettim. O zamanlar işin editöryal kısmı ön planda değildi. Ben hep okumayı seven bir insandım ama televizyonculuğa işin daha çok teknik kısımlarında görev alarak başladım. O dönem çalıştığım programda konuk araştırma işlerine yöneldim. O zamanlarda da internetteki kaynaklar yetersizdi ve biz konuklarımızı araştırırken yakınlarıyla iletişim kurardık. Konuklarımız hakkında uzun telefon görüşmeleriyle ailesinden, eşinden, dostundan bilgiler alırdık. İşimi keyifle yapıyordum. Sonra hasbelkader bir şeyler oldu. Medya sektöründe pek çok kişinin başına gelen bir durumu yaşadım. Kovuldum. Sonrasında işsiz kaldığım bir süreç oldu. 

Bir zaman sonra ayrıldığım kanala kurumsal ilişkiler departmanındaki bir iş ilanı için tekrar görüşmeye gittim. İş aradığınız süreçte kafanız “Bir iletişim fakültesi mezunu ne iş yapabilir?” “Ben televizyoncuyum ama şu anda televizyonculukla ilgili bir iş fırsatı yok, o zaman başka ne yapabilirim?” gibi sorularla meşgul oluyor. Kanalla gerçekleştirdiğim görüşmede “Biz seni arayacağız” cevabını aldım. Aslında aranmayacağımı bildiğim bir görüşmeydi. Görüşme çıkışında eskiden çalıştığım bir yönetmenle karşılaştım. Selamlaştıktan sonra beni çay içmeye davet ederek, odasına götürdü. Odasını görünce şaşırdım. Çünkü onunla çalıştığım süreçte kendine ait bir odası yoktu. Ben ayrıldıktan bir süre sonra kendisi program müdürü olmuştu. Odasının ve koltuğunun zamanında beni işten çıkartan kişiye ait olması da kaderin tatlı bir cilvesiydi sanırım. Hemen tebrik ettim kendisini. Sonrasında neden geldiğimi sordu, ben de kurumsal iletişimle görüşmek için geldiğimi söyledim. O da bana “Yayıncısın sen, kurumsal iletişimde ne işin var?” dedi. Sonrasında bana Mehmet Ali Birand’ın kanala geldiğini, haber merkezini sıfırdan kurduğunu söyledi. “Kalemin kuvvetli, çok da deneyimlisin. Sen de bu ekipte olmak ister misin?” diye sordu. “İstemez miyim? Ama o beni ister mi?” dedim. “Gel gidelim” dedi. Randevusuz, aracısız bir şekilde kendimi Birand’ın kapısında buldum. Oturup uzun bir görüşme yapmadık, her şeyi ayakta konuştuk. Arkadaşım: “Seda’yı değerlendirmek ister misiniz?” diye sordu. Bana kim olduğumu sordu ben de okulumdan bahsettim ve yaptığım işleri saydım. Sadece kamera önünde bulunmadığımı söyledim. İlgili bir şekilde hepsini dinledikten sonra “Yeni bir ekip kuruyorum, eğer gönlün varsa seni de muhabir yapmak isterim. Ama önce bir deneme alıp ne yapabildiğine bir bakalım.” dedi.

Ben de hemen kabul ettim tabii. Sonra bana “Karşıda bir kadın oturuyor. Ona git ve ne derse yap.” dedi. Bahsettiği kişi Ayşenur Arslan’dı. O dönem çok güçlü bir haber merkezi ekibi vardı. Belli bir yaşın üstündekiler çok iyi hatırlayacaktır; Deniz Arman, Ayşenur Arslan, Uygar Eremektar’dan oluştan efsane bir ekipti. Orada habercilik açısından bir komando eğitimi aldığımı söyleyebilirim. Sonrasında her şey güzel ilerledi. Haberciliği ve muhabirliği çok sevdim. Televizyon programcılığı ve haber bambaşka alanlar.Dolayısıyla orada da yeniden bir öğrenme sürecine girmiş oldum. Bu süreçte haber kameramanları bana çok yardımcı oldular. Habercilikle ilgili her şeyi o dönem haber kameramanlarından öğrendim. Çünkü ilk zamanlarda sudan çıkmış balık gibi ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Deneyimli bir kameraman, çok iyi bir muhabir yetiştirebiliyormuş, onu anladım. Sonrasında da habercilik maceram devam etti.Haber sunma kısmına gelince, bir muhabir tabii ki canlı yayın yapar. Mehmet Ali Birand’a bağlanıyordum. Gittiğim haberlerde canlı bağlantı olmasa bile haber anonslarını çekip haber paketinin içine kurguyla yerleştiriyorduk. Dolayısıyla muhabirken de mikrofon ve kamera önü deneyimi edinmiştim. Bu işler hep böyle gelişiyor.

Örneğin, eşim Cem Öğretir’in de ekrana ilk çıkışı anlık gelişmiştir. O gün kendisi haber merkezindeyken haber spikerinin gözüne kan oturduğu ve bültenin sunulması gerektiği için ekrana çıkmış ve haber spikerliği kariyeri böyle başlamıştır.Benim için de durum biraz böyleydi. Mehmet Ali Birand yazları tatil yapıyordu, Deniz Arman onun yerine hafta içi bültenini sunuyordu. Birand, bana da hafta sonu bültenlerini sunmamı teklif etti ve bu vesileyle haber sunmaya başladım. Gerçi ilk haftalardaki halimi görsem, ben bile kendimi bir daha ekrana çıkarmazdım. Ama Mehmet Ali Bey yine de öngörülü davranmış “Bir şans daha verelim bu kıza” demiş. O yayınların kayıtları elimde yok. Keşke olsaydı, eğlenirdik. Birand’ı rahmetle ve sevgiyle anıyorum. İyi bir gözü vardı, iyi seçebiliyordu. Sen kendini bilmezken o senden bir şeyler çıkarabileceğini ve seni yoğurabileceğini biliyordu. Yani kimi yetiştirebileceğini çok iyi biliyordu. O da başka bir yetenek. Herhâlde yetiştirmeyi seçtiği son kişilerden biri olduğumu söyleyebilirim. Benim dışımda ekibinden şu anda ekran yüzü olarak NTV’de beraber çalıştığım Ahmet Arpat ve Fatih Portakal vardır. Üçümüz de onun ekibindeki muhabirlerin arasındaydık. Herhâlde son seçtiği haberciler biz olduk.

Umut Yiğit: Üniversitede genelde öğrenciler bölüm seçerken “Ben spiker olmak, kamera önünde bulunmak istiyorum bu yüzden televizyon haberciliği bölümüne gitmeliyim.” şeklinde düşünebiliyor. Tabii biz de bize danışanlara bunun böyle mümkün olamayacağını belirtiyoruz. O kameranın önüne bir anda geçilmiyor. Yani bunun öncesinde bir süreç ve saha deneyimi var. Bu durum göz ardı edilerek diksiyon eğitimleri, iletişim akademileri gibi yeni alanlar açılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu işin böyle olmadığı nasıl anlatılmalı?

S.Ö: Kamera önü, işin görünen kısmı olduğundan genel olarak bu istekleri doğal karşılıyorum. Çok da anlaşılabilir bir talep, çünkü bu onlar için görünen bir iş. Ama bazen de kişi, işin içine girdiği zaman kendini daha iyi ifade edebileceği başka bir alanın da var olduğunu fark edebiliyor. Örneğin, kendini yazarak daha iyi ifade ettiğini fark edebiliyor ve sonrasında “Ben editör olmak istiyorum.” diyebiliyor. 

Ya da yaratıcılığını haber prodüktörü olarak kullanabiliyor. Kişi bunu ancak deneyimleyerek görebiliyor. Belki de bilmediği için aklına diğer seçenekler gelmiyordur. Televizyonu açtığı an tek gördüğü şey ekrandaki yüzler oluyor. Ben kamera arkasında çalışmanın çok avantajını yaşadım. Ekran karşısına çıkıldığında o yollar yürünmediyse veya kısa yoldan varıldıysa uzun soluklu olmayabiliyor. Kamera arkasını deneyimlemek önemli. Bana kalırsa kalıcı olmak için o yolların yürünmesi gerekiyor.

Diksiyon eğitimleri gibi eğitimlerin ise gerekli olduğunu düşünüyorum. Bence ekrandaki kişinin iyi bir Türkçesinin olması lâzım. En azından konuşmasında temel bazı sorunların olmaması ya da bu sorunları aşması gerekiyor. Bazı haberciler bunun çok da önemli olduğunu olmadığını düşünürler. “Diksiyona çok da gerek yok önemli olan haberin kendisi” gibi bir düşünce de hâkim. Bu düşünceye Mehmet Ali Birand da biraz sahipti. Nasıl konuşulduğunu çok önemsemezdi. Onun ekolünden gelen bir grup haberci de böyle davrandı. Bence doğru olmayan bir yöntem. Hem iyi bir haberci olup hem de iyi konuşabilirsiniz. Bana kalırsa zaten olması gereken de budur.

U.Y: Televizyona takım elbiseyle çıkan yüzleri YouTube’da tişörtle görüyoruz. Bazıları için televizyon; iyi saç, görünüm, diksiyon paketiyle oluşturulmuş bir müsamere alanı gibi görülüyor. Sizce televizyon böyle bir illüzyon mu yaratıyor?

S.Ö: Doğru ama bu, bizim YouTube formatını gördükten sonra kurduğumuz bir bakış açısı. YouTube’dan önce zaten bu kalıplar kabul görüyordu. Ben ana akım medyada hâlen çalışan bir insan olarak döpiyesle yaşıyorum. Belki genç arkadaşlarım bilmeyebilir, döpiyes: etek ve ceketten oluşan ikili takımdır. Ben döpiyes ve topuklu ayakkabı giyerek haber sunuyorum. Gündelik saçımla haber sunmuyorum. Görünüm noktasında bazı ilke ve inkılâplarımız var. Duruş, görünüş, saç, makyaj, konuşma, bunların hepsi aslında televizyon sahnesinde bulunması gereken bir paket. Özellikle de haber kısmında. Çünkü önemli bir şey anlatıyoruz insanlara, bu yüzden şık giyinerek izleyicinin karşısında onlara duyduğumuz saygıyı da göstermeliyiz. Fakat bu şıklığı abartmadan, haberin önüne geçmeden oluşturmak gerekir. Çok dar, seksi bir kıyafetle, şampuan reklamındaki gibi havalı saçlarla, hiçbir zaman kamera karşısına çıkmadım. Çünkü biz “hiçbir şey haberin önüne geçemez” düşüncesiyle yetiştik. “Saçınla da makyajınla da kıyafetinle de dikkat çekme. Ceketinde bir pul, düğme, taş olmasın çünkü göz oraya gider. Sen aracısın, aynasın sadece. Özne olma, aktarıcı ol.” gibi bir düşünceyle yayınlara giriyoruz. Fakat şimdi iş öyle çığırından çıktı ki, YouTube’daki tişört ve spor ayakkabı rahatlığıyla televizyon ekranlarında haber sunan meslektaşlarım var. İki tarafın da radikalleştiğini söyleyebiliriz.

Mustafa Burak Avcı: “Ekran karşısında düzgün görünmek veya dikkat çekmeyecek kıyafetler giymek…” gibi kalıplar bir talepten mi doğuyor yoksa bu durum bir televizyon kültürü haline geldiği için mi devam ettiriyorsunuz?

 S.Ö: Yani bu dediklerim haber dünyası için olması gerekenler. Bir eğlence programı için geçerli olmayabilir. Oralarda görsel olarak daha esnek olabiliriz belki ama haberin bazı kuralları var. Bu noktada belki de ben çok muhafazakârımdır. Haber formatında esnek olmayı kabullenemiyorum. İzleyiciden böyle bir talep var mı diye sorarsak, bence yok. İzleyiciler çok da takılmıyorlar çünkü herkes istediği formata istediği şekilde ulaşabiliyor artık. Beni döpiyesle ve büyük bir ciddiyetle izlemek isteyenler izliyor. Farklısını talep edenler de onu açıp izliyor.

U.Y: Haberin ciddiyetini ve önemini aktarabilmek için bunların olması lazım yani. Konuşma şeklinizle, ciddiyetinizle, haberin önüne geçmeyecek giyiminizle bir kilit nokta oluşturuyorsunuz aslında. 

S.Ö: Şu an sadece görünümü konuştuk farkındaysanız, konuşma tarzlarına ve yorumculuğa hiç girmiyorum bile. Çünkü o konuda da epey bir muhafazakârım. İzleyicinin “Benim adıma konuşan, benim sesim olan birini izlemek istiyorum.” şeklinde düşündüğünü söylüyorlar ve ona göre yayın yapıyorlar. Bazı haber spikerleri de haberin başında sonunda çeşitli yorumlar yapıyor. Benim aldığım eğitimde öyle bir format yok.

Y.Ş: Aslında bunların hepsi sizin deneyimlerle kazandığınız bir bilgi birikim süreci. Artık kendi programını yapan başarılı bir programcısınız. Halâ yayın hayatına devam eden ve yüz bölümü aşan programınız Zincirleme Reaksiyon’a devam ediyorsunuz. Televizyondaki rekabeti düşündüğümüzde bu oldukça büyük bir başarı. Bize biraz programın formatından ve hikâyesinden bahseder misiniz?

S.Ö: Zincirleme Reaksiyon benim gerçekten kalbimi koyduğum bir program oldu. Az önce de konuştuğumuz gibi, haber ciddi bir iştir. Haber çoğu zaman karanlık, sivri köşeleri olan, sert bir şey. Zaten  Türkiye’de haberlerin çoğunu siyasi haberler oluşturur, geri kalan kısımda da biraz adli vakâ haberleri vardır. Yer bulabildiğin zamanda da günlük hayattan, yaşam öyküleri olabilir. Tabii bu öyküler genelde çok rağbet görmüyor. Haberin bu yönü bir müddet sonra insanda bir yıpranmaya sebep oluyor ve ekranda başka bir şeyler yapmak istiyor insan. Çok uzun süre ekranda sadece haber bülteni sundum. Bunun dışında yaptığım programlar da haberin konuşulup analiz edildiği programlardı. Dolayısıyla benim de o noktada bir yeniliğe ihtiyacım vardı.  Çocuk kitapları yazma meselemin de kaynağı aslında biraz haberin anlattığım özelliklerinden kaynaklanıyor. İnsan kendine kaçış yolları arıyor. 

Nitekim Zincirleme Reaksiyon zaten var olan bir formattı. Benim yolum kesişti. BBO yapım firmasının bir formatıydı. Programda bir ana çatımız kuruyoruz. Her bölümün bir meselesi oluyor, o meseleyi bir cümle, bazen iki üç kelimeyle tanımlıyoruz.  Sonra da ana başlıkla bağlantılı ama farklı noktaları işaret eden altı konu belirliyoruz. Konuları oturup birbirine bağlamaya çalışıyoruz. Bazen beyin fırtınası yaparken konular birbiriyle bağlantılı hâle geliyor. Çeşitli oyunlarla o altı parçayı bir arada tutmaya çalışıyor ve bir zincir haline getiriyoruz. Sonra da adı üstünde, bir reaksiyon oluşturmaya çalışıyoruz.

Y.Ş: Programımızdaki konulardan bahsettik. Peki bunları nasıl belirliyorsunuz? Konu belirleme süreci nasıl işliyor?

S.Ö: Öncelikle programımız benzerlerinden canlı yayınlanması sebebiyle ayrışıyor. Yayın boyunca en az on konuk ağırlıyoruz. Bazen bir ana konuğumuz oluyor ve benimle beraber programın sonuna kadar gidip gelen diğer konuklara da eşlik ediyor. Bu konuk genelde diğer konuklardan daha tanınmış bir kişi oluyor. Popüler bir karakter olmasına özen gösteriyoruz.  Bazen bir oyuncu, bir şarkıcı veya sporcu olabiliyor. Ama genel olarak kamuoyunda daha çok tanınan bir isim oluyor. Bazı bölümlerde ise böyle isimler olmuyor. Bu konuda programımızın formatının biraz esnek olduğunu söyleyebilirim. Peki biz bu altı konuyu nasıl belirliyoruz? Bahsettiğim üzere bir çatı konu belirliyoruz. Bu noktada gündemden kopmuyoruz.

Bu bir haber programı değil ama haberle de iç içe bir program. Örneğin, geçen yıl birçok kez farklı pencerelerden “akran zorbalığı” konusunu işledik. Bu gibi önemli konular haber bültenlerinde bir süre yer alıyor ve kayboluyor. Biz istiyoruz bu mesele üzerine kafa yormak istiyoruz. Konuklarımız bu sorunun çözümüyle ilgili bize bir şeyler anlatsın, sadece haber olarak kalmasın. Bazen de Türkiye’de veya dünyada önemli bir mesele tartışılıyorsa o konuyu da işleyebiliyoruz. Bir dönem tüm dünyada “zayıflama iğnelerinin insan vücudundaki etkileri” üzerine bir gündem oluşmuştu. Biz bu gündemi hekimlerle konuşarak her açıdan ele almaya çalışmıştık.

U.Y: Konuk koordinasyonu sürecini nasıl yönetiyorsunuz? Televizyonda olmak avantaj sağlıyor mu?

S.Ö: Önce konuları belirliyoruz. Sonra da “Kim bize ne anlatabilir?” sorusunun peşine düşüyoruz. Bu süreçte her yerde olan konukları tercih etmemeye çalışıyoruz. Bu sebeple de bazen riske girebiliyoruz. Çünkü hiçbir yerde konuşmamış bir konuk, canlı yayında size hoş olmayan şeyler yaşatabilir. Bu yüzden iyi bir araştırma yapmak gerekiyor. Bu noktada internetten faydalanıyoruz. Bu insan ne yazmış? Nasıl makaleleri var? Nerelerde çalışmış? Hangi yayınlara katılmış?

Ama en çok baktığımız şey konuğun kendini ifade edebilmesi oluyor. Çünkü programda her bir konuğun 15 dakika süresi var. Bu da zamanı iyi kullanacak konuklar seçmeyi gerektiriyor. Bir televizyon konuğunun zaten belirli özellikleri taşıması gerekiyor ama Zincirleme Reaksiyon’da bunlara ek bazı özelliklere sahip olmak da gerekiyor. Öncelikle konuğun gönüllü olması lazım. Yani biz o konuğu çok isteyebiliriz belki ama her konuk programa katılmak istemeyebilir. Mesela bazı konuklar televizyona çıkmaktan hoşlanmayabiliyor, kamera veya ekran korkusu yaşayabiliyor. 

Bakıyorsunuz amfilerde yıllar boyu, binlerce öğrenciye ders vermiş. Makaleleri, yayınları dolu dolu olan efsane bir hoca ama kamera kaygısından dolayı canlı yayına gelemiyor. Böyle bir kaygısı yoktur diye düşündüğümüz kişiler bile bunu yaşayabiliyor. Bu yüzden hem gönüllü olacak hem de bu tarz sıkıntıları olmayacak bir konuk seçmek gerekiyor.Bazı akademisyenler ise televizyonda olmayı kendilerine yakıştırmıyorlar. “Ben bilim insanıyım, televizyondan daha önemli işlerim var.” az da olsa böyle düşünen hocalarımız da var. Onları da eliyoruz. Dolayısıyla konuk kısmı biraz sıkıntılı, bazen severek davet ettiğimiz konuklarımızı tekrar başka bir konu için de çağırabiliyoruz. Çünkü o hocalarımızın 15 dakikayı iyi kullandıklarını biliyoruz. Bazı hocalar konuşmaya “Dünya, bir toz ve gaz bulutuydu…” diyerek başlamayı seviyor ama bu tarz bizim formatıımıza hiç uymuyor. O konukların karşısında “manşet ararken kıvranan bir Seda” haline geliyorum. Onları da çok iyi anlıyorum. Çünkü bir bağlam içinde anlatmaya çok alışkınlar. “Senin bunu anlaman için sana önce bağlamı anlatmam lazım. Bak bu nereden geliyor? Hangi şartlar bunu var ediyor? Önce bunu konuşmamız lazım.” diyebiliyorlar. Fakat ne televizyonun ne de bizim programımızın öyle bir imkânı ve alanı yok.

Y.Ş: Konuklarınızı genelde daha niş, isimleri duyulmamış hocalardan seçtiğinizi belirttiniz. Genelde televizyon ekranlarına baktığımızda belirli konularda, genelde aynı isimlerin ön plana çıktığını görüyoruz. Sizce bilim programlarında bir tekelleşmeden söz edebilir miyiz?

S.Ö: Sorunuzu dinlerken aklıma pandemi dönemi geldi. O dönemde uzun süren bir OHAL yayıncılığı yapmıştık ve sayısız hekim ekrana çıkmıştı. Bu süreçte bazıları kamuoyunda kendilerine daha fazla güvenilirlik sağladılar. Vatandaşlar bazı hekimler için “onun söylediğine daha çok ikna oldum, onun ağzından duyunca daha çok inandım.” demeye başlamışlardı. Hâl böyle olunca yayıncılar da kendilerinden böyle söz edilen hekimleri ağırlamak istediler. Onların peşinde röportaj ve davet için daha çok koşturdular. Bana kalırsa bu durum alanında iyi bir hocanın topluma sağlamış olduğu inanılırlık ve güvenilirliğine bağlı.

Tekelleşme yerine “hocalarımızın kamuoyundaki karşılığının, yayıncıların onların peşine düşmesiyle oluşması” demek daha doğru olur. Bu noktada da bir yayıncı olarak şunu söyleyebilirim ki oradaki skalayı genişletmemiz gerekiyor. Yapılan biraz kolaycılığa kaçmaktan kaynaklanabiliyor. “Güvenilir bir konuk, toplumda karşılığı da var, kendini iyi ifade ediyor, sorulara net, kısa ve anlaşılır cevaplar veriyor.” O konuk bize kolaylık sağlayabiliyor. Zincirleme Reaksiyon’da bu durumu biraz kırmak adına yeni yüzleri ekranla buluşturmaya çalışıyoruz.

Y.Ş: Programınızla toplumu değerlendirip bilimsel bilgi aktarımı yapıyorsunuz. Peki televizyon programlarını geneline baktığımızda içerikleri veya programları yeterli görüyor musunuz? Çünkü izleyici ve televizyon programcıları arasında bir polemik var. İzleyiciler televizyonun içeriği boş, çeşitliliği az programlar sunmasından yakınıyor. Televizyon programcılığı yapanlar ise bunun tam tersi olduğunu, bu durumun bir “arz- talep” şeklinde gerçekleştiğini, izleyicinin talebi bu yönde olduğu için daha çeşitli işler üretilmediğini söylüyorlar. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz?

S.Ö: Zincirleme Reaksiyon’u yapmaya başladıktan sonra fark ettim ki aslında insanlar bu tarz konuları merak ediyorlar. Bu konulara ilgili ciddi bir kitle de var. 

Yıllarca haber sunarken pek çok kişiden gelen soru hep “Ne olacak bu memleketin hâli?” olmuştur. Program başladıktan sonra hiç beklemediğim şekilde hem mesaj yoluyla hem de yüzyüze olmak üzere çok iyi geri dönüşler aldım. Bu da beni çok heyecanlandırdı. Program cuma akşamları saat 21.00’de yayınlanıyor. Genellikle cuma akşamları dinlenilir veya dışarı çıkılır. Zaten televizyon seyretme oranları da düşük. Ana haber bittikten sonra prime time dediğimiz zaman dilimi başlıyor. Kanallar da 20.00 itibariyle drama kuşağı yayınlıyor. Çok büyük bütçeli, reytingleri altüst eden yapımlar bunlar.

Ben aynı saatlerde bir astrofizikçiyle konuşurken diğer kanallarda, türlü türlü dramalar yayınlanıyor. Dolayısıyla karşılaştırdığımız zaman kitleler arasında nicelik olarak büyük bir fark olduğunu söyleyebiliriz. Ama bir kitle de ne yaparsan yap o dizileri değil, Zincirleme Reaksiyon programını izliyor. Ya da YouTube’dan takip ediyor. 

Bu noktada yayıncılar “vatandaş bunu istiyor.” demek yerine “vatandaşın istediklerini de yapalım ama farklı bir içerik de sunalım.” demeli. Biz sunduk, istediklerini de gördük. O zaman yapabiliriz.

Y.Ş: İçeriklerde farklılık arayan insanların günün sonunda YouTube, Netflix gibi dijital platformlara yöneldiklerini görüyoruz. Bir dijital göç durumu var. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? YouTube ile kıyasladığınızda televizyonda ne gibi artı ve eksiler görüyorsunuz?

S.Ö: Biz televizyoncular da bu dönüşümün içine girdik. Benim yayınım da YouTube’a yükleniyor. Cuma akşamı televizyonda yayınımı yapıyorum, pazartesi itibariyle sosyal medyamda YouTube linkini paylaşabiliyorum. Haber kanalları da sosyal medya kullanımında kendilerini geliştirdiler. Televizyonda yayınlanan bir haberi, yayınlanacak sosyal mecraya göre dönüştürüyorlar. Sonuçta X platformunda dikkat çeken metin başka, Instagram’daki görsel başka. Yani sorunun özüne gelecek olursam, televizyon bir şekilde dijitalde var olmayı sürdürüyor.

M.B.A: YouTube “ben işimi televizyonda istediğim gibi yapamazsan YouTube’da yaparım.” gibi bir güven vaat ediyor mu? 

S.Ö: Takip ettiğim YouTube kanalları var tabii. Şahsen ben “Burada yapamazsam, YouTube’da yaparım nasılsa” diye hiç düşünmedim. Ama neden olmasın? Böyle bir mecranın varlığı güzel. Ekonomik olarak sürdürülebilir mi? Bir YouTube yayıncısı olmadığım için bu sorunun cevabına pek hâkim değilim. Dijital yayıncılıkta teknik sorunların çözümü artık çok basit. Yayın yapmak için bir telefon yeterli. Televizyondaki gibi ışığa, stüdyoya, ses ekipmanlarına, kamera ekipmanlarına gerek duyulmuyor. Baktığınızda YouTube’da her şey çok basit ve izlenme sayıları teknik imkânlarla bağlantılı değil. Dolayısıyla böyle bir mecranın olması her yayıncı için iyi.

Y.Ş: Televizyon dünyasının dışına çıktığımızda, sohbetimizin başında da belirttiğiniz gibi yazarlık alanında üretimler veriyorsunuz. Yakın zamanda çıkmış olan bir çocuk kitabınız var. Biraz da bu yazarlık kimliğinizden bahsedebilir misiniz? Nasıl başladı bu hikâye sizin için?

S.Ö: Benim için yazarlık, haberciliğin katı ve sert dünyasından uzaklaşma arzusunun sonucuydu.  Çünkü çocuklar meraklılar, heyecanlılar, heves duyuyorlar ve bütün bu duyguları çok yüksekte yaşıyorlar. Biz büyüdükçe ne yazık ki bazı heveslerimizi, heyecanlarımızı hayret edişlerimizi geride bırakıyoruz. 

Böyle olunca hayat daha renksiz bir yer haline geliyor.  Ben de kendimde bu duyguları yeniden canlandırmak adına çocuklar için yazmaya başladım. Yazma işinin en güzel yanı çocuklarla temas kurmak. Onlardan çok besleniyorum. Yeni kitap ve hikâye fikirlerimi hep çocuklarla yaptığım söyleşilerden alıyorum. Hayat enerjimi de onlardan alıyorum. Yazmak hep sevdiğim bir şeydi. Ömrüm boyunca hep bir şeyler yazdım, kimseyle paylaşmadığım yazılarım var ama çocuklar için yazmak başka bir şeymiş. Bunu 7-8 yıldır deneyimliyorum, çok da memnunum.

Y.Ş: Kitaplarınızda genelde iklim krizi gibi konuları ele alıyorsunuz.  İmza günleri ve söyleşilerde çocuklarla bir araya geliyorsunuz. Onların kitaplarınıza geri bildirimleri, yeni neslin bilime karşı ilgisi ve tutumu nasıl sizce?

S.Ö: Bir defa  soru soruyorlar ve meraklılar, bu çok güzel bir şey.  Ne yazık ki zamanla eğitim sisteminin içinde köreliyorlar. İlerleyen dönemlerde merak duyguları azalıyor. Ne yazık ki daha az konuşan, içine kapanık, kendini ifade etmekten çekinen gençlere ve yetişkinlere dönüşüyorlar. Bunu çok net gözleyebiliyorum. İlkokul çocuklarıyla etkinliğe gittiğimde büyük bir heyecan ve neşeli bir kaosla karşılaşıyorum. Herkes bir şeyler söylemek, konuşmak, fikrini anlatmak istiyor. Beni çok acımasızca ve çok doğru şekilde eleştiriyorlar. Nasıl eleştirmesi gerekiyorsa, doğru bildiğini söyleyerek eleştiriyorlar. Dolayısıyla maskesiz, sansürsüz, gürül gürül çağlayan gibi bir ortam mevcut. İki sene öncesine kadar bir üniversitenin iletişim fakültesinde ders veriyordum. Sınıfta derin bir sessizlik hâkimdi.

Göz teması kurmak istemeyen, “Aman hoca bana bir şey demesin.” diye başka şeylerle ilgileniyormuş gibi yapan öğrencilerle karşılaştım. Peki o arada bu çocuklara ne oldu? Yani parmaklarının havalarda uçuştuğu o meraklı çocukları kaybetmişiz. Ortaokul – lise döneminde bir şeyler olmuş olmalı. Bir üniversite öğrencisi, üstelik iletişim fakültesi öğrencisi, hocasıyla konuşmaya çekiniyor. O aradaki süreçte bir şeyler kayboluyor, bu benim için çok üzücü. Etkinliklerde çocuklarla bu etkileşimi yakalayabildiğim için çok mutluyum. Sünger Şehir adlı bir kitap yazdım. Kitabın adı Çinlilerin sel olmasın diye geliştirmiş olduğu bir şehircilik kavramından geliyor. Hatta ilk sünger şehir Wuhan’da hayata geçiyor. 

Bazı parkların altlarına yaptıkları geçirgen bir betondan söz ediyorlar. Bir bölgede çok yağış oluyorsa binalarla yağmur hasadı yaparak, bütün çatıları teras bahçe dönüştürerek seli engelliyorlar. Bir yandan da sudan tasarruf etmiş oluyorlar. Bu projeyi haber olarak gördüğümde çok heyecanlandım. O dönemde Kastamonu’da korkunç bir sel felaketi olmuştu. Can kayıpları, helikopterle kurtarılan insanlar, hayvanlar…  İstanbul için çok geç olsa da “Neden başka yerlerde olmasın?” diyerek bu kavramın peşine düştüm. Sonra çocuklar için “Sünger Şehir” kavramını ele alan bir kitap yazdım. Kitabın etkinliklerine o kadar güzel önerilerle geldiler ki çocuklar… Yağmur hasadı yapılan evlerin maketlerini yapanlar bile vardı. Nefisti. “Elektrikten nasıl tasarruf edebiliriz”, “Güneş panellerini nasıl kullanabiliriz?” gibi sorulara cevap arıyorlardı.

U.Y: Çocukların ufkunu açan, hedef kitlesi farklı olan bir bilim iletişimi etkinliği örneği olmuş. Bu bahsettiğiniz etkinlik tam olarak nerede, nasıl gerçekleşti?

S.Ö: Şöyle ki, “sünger şehir”, iklim krizi kavramının içinde tartışılan bir konu. İklim krizi müfredatta mevcut ve çocuklar artık bunu öğreniyorlar. Fakat konu ders içinde düz ve monoton bir anlatıyla aktarıldığından konuya sadece “ders” olarak bakıyor. Aynı çocuk Sünger Şehir kitabını okuduğunda iklim kriziyle ilgili olan birçok bilgiyi fark etmeden kurgunun içinde öğrenmiş oluyor. Çünkü kurgu içinde çocuk karakterler var, bir macera yaşıyorlar ve bu yolla iklim kriziyle ilgili fikir sahibi oluyorlar. Dolayısıyla bazı okullar da kitabı yardımcı kaynak olarak düşünüp derslerinde okutabiliyorlar. Kitaplarımı okuyan okullar yayınevini arayıp 

“Yazarınızı davet etmek istiyoruz, okulumuzda bir etkinlik düzenleyebilir miyiz?” diye soruyorlar. Bana “Şu okul sizin şu kitabınızı okumuş. Gitmek ister misiniz?” diye sorulduğunda koşa koşa gidiyorum. Sonra o manzarayla karşılaşıyorum. Kitabı okumuş üzerine kafa yormuşlar, öğretmenleriyle çalışmışlar, projeler geliştirmişler. Sonra bana anlatıyolar, böyle olunca da benden mutlusu olmuyor tabii.


U.Y:
“Ortaokul – lise döneminde neler oluyor?” Sorusu gerçekten çok önemli. Derslerde etkileşim yaratabilmek için kılı kırk yardığımız bir dönemdeyiz. Zamanla ilginin daha da azaldığını fark ediyorum. Sizce ne oluyor bu bahsettiğimiz kısımda? Neler kayboluyor? Var mı bir fikriniz?

S.Ö: Eğitim sistemimizde bir sıkıntı var. Bununla birlikte akran zorbalığı da çok etkiliyor. Bu birbirlerine karşı yaptıkları bir şey olduğu için çocuklar bir müddet sonra kendini ifade etme ya da ön plana çıkmayla ilgili korkular ve kaygılar geliştiriyor diye tahmin ediyorum. Konuşma şekilleriyle, şiveleriyle, bir şeyi yanlış ifade etmeleriyle dalga geçiliyor. Bu gibi yaşanmışlıklar birikince de çocuklar birbirlerini olumsuz etkiliyorlar. 

Bana kalırsa bu sorunun küçük  bir parçası.  Çünkü çocuğu konuşmaya teşvik edecek bir eğitim sistemine sahip değiliz. Bu durumu düzeltmek adına bir bakış açısı geliştiren eğitmenlerimiz, öğretmenlerimiz çok az sayıda. Ne yazık ki eğitimcilerin yöntemleri çoğunlukla kalabalık sınıflarda sessizliği sağlamak üzerine. Onları da anlıyorum, başka çareleri yok. Sonra iş “Hadi bakalım, çiçek olun” demeye geliyor.  Çiçek olmasını beklediğin çocuklar, üniversiteye geldiklerinde bir fikir beyan edemiyorlar.  Bunlar dışında bence, eğitim sisteminin içinde de kendini ifade etmeye yönelik akademik nitelikte bir ders yok.

Bir dönem eğitim fakültesi öğretmenleriyle “diksiyon eğitimi” gerçekleştirmiştim. Öğretmenler sunum yapmayı kendi kendilerine öğrendiklerini ifade ettiler. İlkokuldan liseye kadar öğrencilere sunum yapma ve kendilerini ifade etme üzerine dersler veriliyor mu, merak ediyorum. Sunumda işin içine eleştirilme kaygısı dâhil oluyor. Bu da bir süre sonra gençlerde bir kırılmaya ve kapanmaya sebep oluyor. Böylece bu çocukları kaybediyoruz. Yetişkin olduklarında da kendini ifade etme, diksiyon gibi eğitimlerin kapısını çalıyorlar. Halbuki ilkokulda çocuklar gürül gürül akan bir çağlayan gibi. Bu hâle gelmeleri çok acıklı.

U.Y: Maalesef öğrenciler, yapay zekâ gibi dijital teknolojilere artık yazma gibi temel işlevlerini de devretmeye başladı. Sizce yazmayla olan ilişkileri de bu duruma bir etken midir? Yazmıyorlar çünkü.

S.Ö: Yazmıyorlar da okumuyorlar da, bunlar da birbirini besleyen eylemler. Yapay zekâyla beraber bu durum; “yazmıyorlar, okumuyorlar, düşünmüyorlar” gibi kompleks bir hâle geldi. Bazı fütüristler de insanların “yapay zekâ benim yerime düşünür” diyerek bu pratiklerini de kaybedeceğini düşünüyor.

İllüstrasyon: Şirvan Kopçuk

Y.Ş: Peki siz ileride çocuklara veya gençlere yönelik bir program yapmayı düşünüyor musunuz? Zincirleme Reaksiyon gibi…

S.Ö: Çocuklar için yazmanın keyfini ve çocuklar üzerindeki etkisini fark ettikten sonra televizyonda da çocuklarla ilgili bir şeyler yapmayı isterim.  Ama Zincirleme Reaksiyon’da yaptığım işten çok memnunum. Tüm hazırlık ve yayın sürecinden çok şey öğreniyorum. Çünkü oradaki o altı konu için pazartesiden cumaya kadar çalışmaya, araştırmaya devam ediyorum Programın adı gibi zincirleme şekilde kazıdıkça kazıyorum. Her program benim için çok şey öğrendiğim bir arkeoloji çalışmasına dönüşüyor.  Bu programlarda öğrendiklerimin hepsi bana kâr, bazılarını çocuklar için kullanmak üzere bir kenarda biriktiriyorum. Zaten bizim programın güzel tarafı da o, bana sonrası için ilham oluyor. Yeni bir konuk çağırıyorum, biriyle konuşuyorum ve bana çocuklarla ilgili yazacağım bir kitapla ilgili ilham oluyor, zihnimde bir ışık yakıyor. Bunu izleyiciye de yapıyor olması, çok değerli, çok anlamlı.

Y.Ş: Her hafta bambaşka konuları, altı farklı bakış açısıyla ve konunun uzmanlarıyla ele alıyorsunuz. Peki siz bir sunucu olarak bu konu ve konuklara nasıl hazırlanıyorsunuz?

S.Ö: Her pazartesi bir toplantı yapıyoruz. Genelde bu toplantıda konu iskeletimiz ortaya çıkıyor. Sonra okumaya ve izlemeye başlıyorum. Gerçekten epey bir zaman alıyor. Bu süreçte akşamları NTV’deki Ana Haber Bülteni akışına da devam ediyorum. Hafta içi her gün akşam saat 20.00’deki gündem için hazırlanmam gerekiyor. Neyse ki çok uyuyan bir insan değilim ve sabahları erken kalkıyorum. Kısa bir yürüyüşten sonra hemen program için belirlediğimiz altı konuyu araştırmaya başlıyorum. Önce temel araştırmalar yapıyorum, sonra derine inerek konuklarımın katıldığı programları ve söylemlerini inceliyorum. Aynı şeyleri söylememesi için söylediklerinden farklı bir soru çıkarmaya çalışıyorum. Daha sonrasında perşembe günü bir toplantı daha yapıyoruz ve o toplantıda program içinde neleri konuşabileceğimizden bahsediyoruz. Bir editörüm var, o da benimle birlikte aynı şekilde pazartesiden itibaren çalışıyor. Sonrasında bir toplantı yapıp eteğimizdeki taşları döküyoruz. Elimizde çok fazla konu olduğundan bir filtreleme yapıyoruz. O konuyu 15 dakikaya sığdırmamız gerektiği için bulduklarımızın bazılarını üzülerek elemek durumunda kalıyoruz. Genellikle en çarpıcı ve en dikkat çekici olanları seçip 15 dakikaya onları yerleştirmeye çalışıyoruz. Çoğu zaman yayına girmeden önce “ya yeterince çalıştım mı?” duygusu yükleniyor. Sanki hakkıyla çalışamamışım gibi. Ama sonra diyorum ki “şimdi öğrenme zamanı.” “Onlar anlatacaklar, biz buraya öğrenmeye geliyoruz diyorum.” Hem biz hem de izleyicilerimiz için aynı şey geçerli.

 

U.Y: 15 dakika bir konuyu anlatmak için her zaman yeterli oluyor mu? Bir konuyu keşke daha fazla işleyebilseydik dediğiniz oluyor mu?

S.Ö: Televizyonda izlediğim yayınlara bakınca, bizim kadar hızlı bir akışa sahip olanını daha önce görmedim.  Yani bir konuğun sadece 15 dakika için bir stüdyoya geldiği, sonra gittiği ve sonra yeni konuğun geldiği, 15 dakikada bir konunun değiştiği, toplam bir buçuk saatlik bir yayın yapıyoruz. Televizyonda daha kısası da zaten olamaz, minimumu 15 dakika herhâlde. Bazen üzülerek keşke şu an daha fazla süre olsaydı ve konuğum daha çok konuşabilseydi dediğim zamanlar oluyor. “Ne kadar güzel geldi bu konuk ama on beş dakika yazık değil mi?” dediğim çok zaman oluyor.

Y.Ş: Peki sizce bir sunucu olarak bilgi aktarımı noktasında rolünüz ne olmalı?

S.Ö: Ben orada sorgucuyum,  soru makinesiyim. “İyi soru sormalıyım ki, konuk doyurucu bir cevap versin.” misyonum bu. Programda bana düşen görev anlatmak veya ders aktarmak değil, bilim insanları gelmişken sorabildiğimiz kadar soru sormak. 

Y.Ş: Program sürecinde aklınızda kalan bölüm, konu ya da bir konuk var mı?

S.Ö: Aklıma Canan Dağdeviren hocamız geldi. Onun hikâyesi beni çok etkiler. Teyzesi yanılmıyorsam meme kanserinden dolayı hayatını kaybediyor. Canan Hoca da bundan yola çıkarak bir elektronik sütyen icat ediyor. Kadınlar bu sayede erken meme kanseri teşhisi yapılabilecek. Bir bilim insanı ve kendinden yola çıktığı bir hikâyesi var. Bu bizim televizyoncular, haberciler olarak da üstüne atladığımız bir hikâye. Çünkü çok gerçek, herkesin ilgisini çekebilecek türden bir hikâye. O yüzden böyle bilim insanları bulduğumuzda hemen yayınımıza davet ediyoruz, mikrofon uzatıyoruz.

Y.Ş: Seda hanım bizimle çok değerli bilgiler paylaştınız, geldiğiniz için çok teşekkür ederiz.

S.Ö: Ben teşekkür ediyorum, sağ olun.

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın