Chicago’dan Frankfurt’a İletişim Bilimlerinin Tarihi
Aslı Şen: Nurdoğan Hocam hoş geldiniz, iyi ki geldiniz. Sizi tanıyarak başlayabilir miyiz?
Nurdoğan Rigel: Lisansım Marmara Üniversitesi, yüksek lisansı ve doktorayı İstanbul Üniversitesi’nde tamamladım. O dönemlerde birinci sınıfta staj yapılıyordu. Büyük bir coşku ile Türk Haberler Ajansı’nda staja başladım. Ajansa girdikten sonra gazeteciliği daha çok sevdim. Çünkü insan okulda verilenlerden daha fazla şey öğrendiğini hissediyor. Bir de Türk Haberler Ajansı o dönem Anadolu Ajansı’ndan sonra gazeteciliği en iyi öğreten ajans olarak biliniyordu. Tabii mesleği acılarla öğreniyorsunuz . Sonuçta çalıştığını yerdeki müdürleri, şefleri bir çeşit eğitmen gibi göremezsiniz. Onlar da haberi zamanında yetiştirmeye uğraşıyorlar. Çok sistemli ve profesyoneller, siz ise öğrenmeye çalışan, onlardan yardım bekleyen bir konumda oluyorsunuz. İlk yazdığım haberler çöp kutusunu boyluyordu.
Şefimiz kırmızı kalemle beğenmediği yerlerin altını çizer ve atardı. Ben de onların yemeğe çıkmasını bekler, çöpe attığı haberlerimi çıkarırdım. Nelerin üstünü çizmiş, neler yazmış, incelerdim. Kendi kendime haber yazmayı öğrenmeye çalışırdım. Böylelikle haber nasıl toplanır, nasıl düşünülür, nasıl organize olunur bunların hepsini o deneyim adı verilen kan ve gözyaşı dökülen süreçte öğrendim. O dönem okulda ağırlıklı olarak; işletme, iktisat ve hukuk hocalarından ders alıyorduk. İletişim diye bir alan henüz yoktu. Gazetecilik dersleri için TRT’den ve Cumhuriyet Gazetesi’nden gelen bir veya iki öğretim görevlisi vardı. Onlar da çok sık derse gelemiyorlardı. Yani ciddi bir bilgi açlığı içinden çıkmıştık. Ve o boşluğu kendi çabalarımızla doldurmak zorundaydık. O dönem Türk Haberler Ajansı’na her hafta salı ve perşembe günleri yabancı dergiler gelirdi. Başta Newsweek ve Time olmak üzere o dergilerden çok şey öğrendim. Bu yabancı haber dergilerindeki başlıkları bile görseniz önemli bir bilgi birikimi oluşturuyorsunuz. Bunu yıllar sonra fark ediyorsunuz Bir de tüm bunların yanında haber üretim sisteminde hızlı düşünüp bir şeyleri çok hızlı okuyup, çok hızlı yazabilecek refleksi ediniyorsunuz. Refleks gelişiyor, o kas gelişiyor bir süre sonra. Bunları yaparken fark etmediğiniz ama yıllar sonra “bir şeyler nasıl olmuş” diye düşündüğünüzde ya da sizler sorduğunda farkına vardığımız bir durum. Öyle olunca da gazetecilikten kopamıyorsunuz.
Mustafa Burak Avcı: Hocam peki akademide devam etmeye nasıl kadar verdiniz?
N.R: Türk Haber Ajansı’nda çok şey öğreniyordum ama bu arada üniversiteden de bir türlü kopamıyordum. Bilgi açlığım devam ediyordu. O dönem İstabul Üniversitesi İktisat Fakültesinin önemli hocalarından Rahmetli Toktamış Ateş ajansa gelip giderdi. Ondan öğrendim, Sosyal Bilimler Enstitüsünün kurulduğunu. Ben de kaçırır mıyım, hemen başvurumu yaptım.
Ondan sonra yüksek lisanstı, doktoraydı derken İstanbul Üniversitesi’ni daha çok sevdiğimi fark ettim. Belki de kallavi hukuk, siyaset bilimi ve işletme fakültesi hocalarının etkisi var bunda. O zamanlar İşletme fakültesinin Halkla İlişkiler alanına çok yakın olduğunu hissediyordunuz. Diğerlerinin akademik dili biraz zorluyordu. Hukukun dili malûm, siyaset bilimi biraz yakın ama yine de zorluyordu. Uluslararası ilişkiler, halâ büyük aşkımdır, sevgiyle gittiği için siyaset bilimi rahat okunuyordu ama hukuku bir türlü sevemiyordum. Yine de diline hâkim olmak gerekiyordu. İşletme ve Siyaset Bilim içlerinde en sevdiğim alanlar olmuştu. Bakın bahsettiğim dönemde halâ Türkiye’de iletişim diye bir alan yok. Ve ayrışma şöyle: Gazetecilik ve Halkla İlişkiler, Radyo Televizyon. Sinema da daha sonraları eklendi. Ben de yüksek lisansımı Halkla İlişkiler ve Gazetecilik’te yaptım. Yüksek lisans çalışmam “Kitle İletişim Araçlarının Seçimlere Etkisi” üzerineydi. Tezin çıkış hikâyesi de güzeldir; gazetecilikten gelen “cımbızlama” dediğimiz bir şey vardır. İçerikten çekip alırsın. Çünkü gazeteci başlık atmalıdır, başlık atacağı için metindeki önemli bir şeyi hemen çekip alır, başlık için kullanır. Bir gün Newsweek’te bir editör yazısında “Siyasal Reklam” diye kavram gördüm. “Tamam, buldum” dedim. Tezimi “Siyasal Reklam” üzerine yapacağım. Ama o dönem konu hakkında ulaşabileceğim hiçbir kaynak yoktu. “Nasıl olacak” diye düşünürken, muhabir olarak İstanbul’da bir 4-5 günlük bir kongreye gittim. Bir yığın hoca gelmiş; siyaset bilimci var, basın-yayından hocalar… Biz haberini yapmak için oradayız hesapta ama benim aklımda tezim hakkında sorular sormak var. Oradaki en önemli isimlerden biri, insana sihirli dokunuş yapanlardan biri var, onlar ne yaptıklarını bilmez ama dokunur geçerler. Betül Mardin de onlardan biridir. Türkiye’de Halkla İlişkiler’in kurucusu Betül Mardin hoca da bahsettiğim kongredeydi. Çok sert görünümlü ama müthiş hanımefendi biriydi. Yanına gittim ve durumdan bahsettim. “Sen bana şu gün ofisime gel” dedi. “Ben sana Time’dan bir makale getireceğim, göreceksin siyasal reklamcılığın orada olduğunu” dedi.
O kadar iş yoğunluğu olan ve kafası karışık olan birinin beni unutacağını düşünmüştüm. Ama hayır, hiçbir şekilde unutmamış ve o makaleyi bana getirmişti. İşin özü o makale oldu. Dünyada böyle bir kavram var ancak burada bulmak için çırpınmak zorunda kalıyorsunuz. Nitekim 1983 seçimlerinde reklamcılar -başta Man Ajans olmak üzere- işin içine girmeye başladı. O dönem Eli Acıman ile röportaja gitmiştim “boşver çocuğum gazeteciliği falan, sen bizim ajansa gel” demişti. Büyük gazeteci olacağım ya, kabul etmedim. Reklamcılığın ne kadar yaratıcılık ve zekâ yüklü olduğunu, bana ne kadar katkı sağlayacağını fark etmemiştim. Pişmanlıklarımdan biridir.
Bir şekilde tezi yazdım ve Türkiye’de alandaki ilk çalışma oldu. Ondan sonra kavramların peşine düşen bir insan haline geldiğimi fark ettim. Sonra doktoramı Radyo ve Televizyon alanında yaptım. Yüksek lisansı Gazetecilik ve Halkla İlişkilerde yapınca diğer tarafa geçeyim, bir de oradan bir şeyler öğreneyim dedim. Doktorada tezim, uydu ve kablolu yayın teknolojilerinin hukuku ortadan kaldıracağı ya da hukukla aynı hızda paralel biçimde gidemeyeceği için ciddi sıkıntılara yol açacağı üzerineydi. Case olarak da Körfez Savaşı’nı ele almıştım. Sonra bu tezi Elektronik Rönesans adında bir kitaba çevirdim. Akabinde Medya Ninnileri, Rüya Körleşmesi, Haber, Çocuk ve Şiddet, İleti Tasarımında Haber gibi yayımlanan kitaplarım oldu. Sonrasında üç Amerikan üniversitesi deneyimleme fırsatım oldu. Bilgi açlığımı besleme konusunda bu okullar da bana çok şey kattılar. Bu okullardan ilki Florida International University, FIU idi. Diğer üniversitelere göre minik bir kütüphanesi vardı. İlk defa kütüphanelerin saat beşte kapanmadığını, 24 saat çalıştığını gördüm. Ve kütüphanede uyuyasınız, oradan çıkmayasınız geliyor. Gece yarılarına kadar kütüphanede kaldığım için en yakın arkadaşım kampüs polisi olmuştu. FIU’da tezimle ilgili 360 tane kaynakça saydığım zaman oturup ağladığımı bilirim. Burada hiçbir şey bulamazken, küçük ölçekte bir üniversite kütüphanesinde tezinizle ilgili 360 tane kaynak tarayabiliyorsunuz. Olayın çoktan bitmiş gitmiş olduğunu anlıyorsunuz. Sonrasında Texas A&M University’e gittim. “Dijital Hikâye Anlatımı” üzerine doktora derslerine girdiğimde iki hocanın aynı dersi anlatabildiğini gördüm. Bir hafta bilgisayar bilimleri hocası, diğer hafta da söylem bazında ben anlatıyordum. Bizde kolay bir şey değildir böyle ders işleyebilmek. Burada hocalar kavga eder. Ancak orada öyle bir durum yoktu. Onlardan da çok şey öğrendim. Sonrasında ise Brandeis University var. O da Boston’daydı, bana çok şey katan üniversitelerden biridir. Birkaç tezi de orada yürüttüm. Bu deneyimler herhâlde biraz Amerikan perspektifinden iletişim bilimlerine bakmama neden oldu. Tabii yıllar sonra insan kendisini konular bazında netleşirken görüyor. İnsanın kendisini fark etmesi yıllar alıyor. İşte o frankofon bakış açısından Amerikan bakış açısına geçirmeye uğraşmışım. Çünkü doğal olarak bilgiler, veriler oradan geliyor. Yani kasıtlı yaptığınız bir şey değil, verilerin oradan gelmesi nedeniyle bir Amerikan bakış açısı olduğunu görüyorsunuz. Bu süreçte ders içeriklerini de yoğun bir şekilde Amerikan iletişim bilimleri geleneğiyle bağlantılı biçimde aktardığımı fark ettim. Bu süre içinde 24 ayrı ders kurmuşum. Bu dersler içinde yapılamamasına en çok üzüldüğüm iki ders var. Birincisi Medya ve Diploması, ikincisi ise Mekân ve İletişim. Bunların içinden Mekân ve İletişim dersini kurarken ağırlıklı bir şekilde Chicago ekolünü anlattığını görürsünüz.
A.Ş: İletişim bilimleri nasıl ortaya çıktı, Chicago Okulu bu bağlamda neden önemli?
N.R: İletişim bilimlerinin temeline, tarihçesine gittiğiniz zaman karşınıza Chicago Okulu çıkıyor. Sosyoloji üzerine çalışıyorlar ve iletişim bilimlerini başlattıklarının farkında bile değiller. Tüm bunların cevabı Robert Ezra Park ile geliyor. Robert E. Park’ın biyografisine baktığımız zaman ağır bir gazetecilik altyapısı olduğunu görüyoruz. Bir gazeteci sosyolojinin içerisine girdiği an, her şey değişiyor. Onu anlatan makalelerden birinde geçer: Ayrı ayrı konular verdiği doktora öğrencileri yoruldukları için oturup dinlenirken, Robert Park yanlarına gelip şöyle der: “Nasıl oturursunuz? Şehir orada hareket hâlindeyken siz nasıl oturabilirsiniz?” Aslında bu tepki bir gazeteci tepkisidir. Şehir muhabirleri oturtulmaz. Şimdiki gibi hiçbir zaman masanın başına geçip Google’a sor, ChatGPT’ye sor, orada ne oluyor gibi bir durum olamaz. Direkt olayların mekânı olan şehirde bulunmalısınız. Robert Park’ın da gazeteci refleksi buradan geliyor. Şehri bir laboratuvar gibi görüp aynı zamanda iletişimin bir denetim mekanizması olduğunu fark eden ilk kişi de Robert Park’tır. İletişim gerçekten de hiç hissettirmeden denetleme sistemidir. Chicago’da başlamasının sebebi de geçtiğimiz yüzyılın başında ciddi bir kaos mekânı olmasıdır. Upton Sinclair’in Jungle adında bir romanı vardır ve bir gazetecidir. Kitapta mezbahâlârdaki sağlıksız çalışma koşullarını ele almıştır. Birkaç sayfa okuduktan sonra “devam edemeyeceğim” dediğimi hatırlıyorum. Gerçekliğin ağırlına katlanamıyorsunuz ama o dönemde Chicago’da insanlar bunları yaşıyormuş. Upton Sinclair bir gazeteci olarak bu durumu kaleme aldığı için suçlanıyor. Sonrasında hepinizin daha iyi bildiği John Steinbeck geliyor. Onun Sardalya Sokağı da aynı şekilde o dönemin ağır sefaletini anlatıyor. Amerika deyince aklınıza Hollywood gelir. Bir sefalet göremezsiniz orada, muhteşem bir yaşam biçimi anlatılır. Hep öyle zannedersiniz ama bu adamlar onun gerçek olmadığını söyler. Steinbeck’in Gazap Üzümleri de böyledir. Kendisi bir anlatı gazetecisidir. Kaliforniya’daki sefaleti aktarır. Sinclair ve Steinbeck bu şehirlerdeki sefaleti anlatan ilk gazetecilerdir. Fakat sonra iletişimin denetim mekanizması devreye giriyor ve yine Steinbeck’in kitabı olan Köpeğim Charlie ile Amerika Yolları’nı okuyorsunuz ve ciddi bir fark görüyorsunuz. Birden bire sefalet Amerika’sından bir güzellik, zenginlik ve beş yıldızlı otellerin Amerika’sına geçiş yapıyor. Kitaptaki öyküler basımından önce Travel adında bir dergide yayımlanmaya başlıyor. Büyük ihtimalle dergi editörü “boşver bu sefillikleri, sen güzellikleri anlat” diyor. Ve birden bire Amerika, o Hollywood’dan bildiğimiz Amerika’ya dönüşüyor.
Böylelikle Chicago Okulu Robert Park ile birlikte iletişimin bir kontrol mekanizması olarak konumlandırıyor. Pek bahsedilmez ama Chicago’daki en önemli isimlerden biri de Nobel almış ilk kadın olan Jane Addams’tır. Dev bir yardım kuruluşunun başındadır ve Chicago Üniversitesi’nde, başta Robert Park olmak üzere, diğer hocalara şehirle ilgili çalışmalarda en büyük yardımı yapan kişidir. Şehri bir laboratuvar olarak, üniversiteden önce ilk çalışan da Jane Addams’dır. Sokak çocuklarına, tek başına ebeveyn olmuş, zor durumda olan herkese yardım etmeye çalışmış ve o insanların sefaletine deva olmak için uğraşmıştır. İsmi çok az yerde geçse de çok önemlidir. Hangi şehirden daha fazla suç haberi geliyor, o haberlerin sebebi nedir, nasıl çözüm bulunur gibi sorulara odaklanmış, şehrin suç haritasını çıkarmıştır. Addams suçu sebepleri ve çözümleriyle görünür kılmış, bunları akademik bir dile çevirip, akademik konu haline getiren ise Robert Park olmuştur.
Ancak Park’ın çalışmaları bir çözüm üretme gayesi taşımaz. Belki de akademinin meselesini çözüm üretmek olarak görmediğindendir. Robert Park ve onun ekolü ile ilgili olarak Chicago Okulu’nun iletişim bilimlerinin kurucu unsuru olduğu tezimizi kurmaya başladığımızda karşımıza iki kavram çıkıyor: alana İletişim Sosyolojisi üzerinden mi bakılmalı yoksa Medya Sosyolojisi üzerinden mi? Çünkü bunlar alternatif ya da birbirleri yerine kullanılabilecek kavramlar değiller. İletişim sosyolojisi dediğiniz makro bir kavram, medya sosyolojisi ise mikro bir kavram. Bu alana iletişim sosyolojisi olarak baktığınız zaman sosyolojinin etkisinin daha yoğun olduğunu görüyorsunuz. O yüzden Chicago Okulu ve iletişim sosyolojisi alanının birlikte anılması gerektiğini düşünüyorum. Medya sosyolojisi üzerinden bakıldığında ise durum değişiyor. Bu kavram 60’lardan itibaren anılmaya başlandı. Çünkü o döneme kadar televizyonun, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki etkisini kimse farkında değildi. Bu etki 60’lar sonrasında hissedilmeye başlandı. Örneğin 80’lerde Dallas dizisi Türkiye’de yayınlanmaya başladığında yöneticilerimiz, dizinin başladığı saatlerde sokakların bomboş olduğunu fark etmiştir. O dönem için oldukça garip bir durumdu bu. Özellikle İstanbul gibi yedi gün 24 saat hareketli olan bir şehirde. O dönem insanlar planlarını Dallas’a göre ayarlardı. Sanırım perşembe günleri yayınlanırdı ve o günün akşamı plan yapmamaya çalışırdık. İşte Dallas medyanın gündelik yaşamı nasıl dönüştürdüğünün ilk örneklerindendir. Medya yaşamı değiştiriyor ve dolayısıyla yönetenlere gündelik yaşamın nasıl kontrol edilebileceğini ve yaşamın nasıl sömürgeleştirileceğinin yolunu gösteriyordu. Buna iktidar, kontrol mekanizması, artık hangisini demeyi uygun buluyorsanız. İşte oradan sonra da Habermas’ın, iletişimsel eylem kavramı öne çıkıyor. Çünkü gündelik yaşamın sömürgeleştirilmesi kavramı “iletişimsel eylem” üzerinden netice itibari ile Habermas’a ait. Kamusal alan ve iletişimsel eylem üzerinden, iletişim sosyolojisini unutup baktığımız zaman, iletişimin her alanında iki kavramın da çok rahat merkeze oturduğunu ve dönüşebildiğini görüyoruz. Mesela yıllar önce bir kongrede kamusal alanın mahrem alanına dönüştüğünü söylemiştim. Diğer akademisyenler pek hoş karşılamamışlardı. Ama şu an baktığınızda sosyal medyada mahrem alanı yaşamıyor muyuz? Bu da ciddi şekilde kişinin kendi rıza ile yapılıyor. Mahrem alanda olan her şey paylaşılabilir hâle geliyor. İşte Chomsky’nin rıza üretimiyle ifade ettiği gibi kendi rızamızla bunu yapıyoruz. Foucault’nun itiraf mekanizmasında bahsettiği iktidar kurgusu vardır. Biz de sosyal medyanın iktidarını kabul etmişiz, kendi rızamızla da o iktidara itiraf ediyoruz bir şeyleri. Sürekli itiraf ede ede geziyoruz ve gündelik yaşamımız bu çerçevede Habermas’ın ifadesiyle sömürgeleştirilmeye devam ediyor. Kolonize ediliyor yani. Ve biz de bunu farkında olmadan eğlenmek için yapıyoruz. Ama iletişimin deneyim mekanizması vasfı bitti mi? Hayır, bitmedi. Chicago’da bahsedilen kontrol, denetim devam ediyor. Eskiden o kontrol; bir çeşit sansürle, propagandayla, siyasal iletişimle, medyadaki editöryal sistemle yönetiliyordu. Ancak şu an hiçbiri yok. Çünkü rızayı çoktan vermişiz, iktidarı kabul edip bizi sömürmesine izin vermişiz. Böylelikle Habermas’ın kavramlarının yeni bir paradigma üzerinden dönüşmeye başladığını görüyoruz.
Harvard’ın emekli hocalarından Shoshana Zuboff, bu durumu “gözetim kapitalizmi” olarak kavramsallaştırıyor. Yine Harvard’dan Sherry Turkle’ın “hep beraber ama tek başına” diye bir kavramı var. 90’larda iletişim teknolojisinin gelişmesi ile birlikte insanların, sosyal yaşamın, teknososyolojinin nasıl oluştuğunu ilk fark eden hocalardır onlar. Bu hocaların Harvard’da olmaları rastlantı değildir. Sherry Turkle’ın Türkçeye çevrilmiş çok kitabı yoktur ama alana asıl kazandırdığı “alone together” yani “birlikte ve yalnız” kavramı vardır. Evet yalnızlaşıyoruz, atomize ve yalıtılmış bireyler haline geliyoruz. Bunu da kendi rızamızla, gönülden yapıyoruz ve bu çerçevede eğlendiğimizi zannediyoruz. Evet belki de eğleniyor insanlar. Geçen bir yarışma programı izliyordum. Aklı başında sağlık bilimleri okumuş Influencer’lık yapan biri vardı. Sunucu hayâlini sordu ve kızcağız da “Ünlü olmak istiyorum” dedi. Sunucu da çok akıllı biri ve dedi ki: “Benim de yaşamdaki hedefim, en sevdiğim işi yapmaktı. Sanırım en sevdiğin işi yaparken iyi yaptığın için ister istemez ünlü oluyorsun. Siz neden tersten başladınız?”
Şimdilerde tersten başlanıyor galiba. Nasıl ünlü olacaksın? Sosyal medya çektiğin bir iki dakikalık videolarla. Rahmetli Mehmet Ali Birand “sokaktaki insan” derdi. O tabire konu olan “ünlü olmak isteyen” insanın neredeyse bütün sistemin merkezini tutması ve iktidar olmasıyla en başta demokrasi olmak üzere, sistemi ters yüz ettiği ve bu ters yüz oluşun ne kadar tehlikeli durumlara gebe olduğunu görmemek mümkün değil. Mesela ilk haber araştırmalarında, medya çalışmalarında elitizm vardır. Söylem seçkinleri, söylem düşkünleri burada öne çıkmıştır. Çünkü sadece haber kaynaklarını izlediğiniz zaman bile söylemin elitler tarafından üretildiğini görüyordunuz. Bunu da konusuna göre siyasi, ekonomik, bürokratik elitler oluşturuyordu. Bu elit dediklerimiz bilginin kaynağını tutmuş olan kişilerdir. Ama dikkat ederseniz 90’lar itibariyle yavaş yavaş üçüncü sayfa haberleri sistemin merkezine yerleşmeye başlar. Birand’ın sokaktaki insan dediği haber kaynakları, şu an Youtube, internet, sosyal medyada sisteme hâkim olmaya başladı. Yani eskinin söylem düşkünlerinin sisteme hakim olmaya başlamasıyla bilimsel ve entelektüel bilginin kaynağı olan söylem seçkinlerine alan kalmamaya başladı. Çünkü sistem eğitmek değil eğlenmek üzerine kurulu bir dünyaya hizmet ediyor. Peki bu eğlence merkezli anlatı ne zaman başladı diye sorarsak, cevabımız “Kişisel gelişim” kitapları olur.
Kişisel gelişimdeki temel düşünce şudur: “Şimdi, bugün, burada.” Şimdi ve buradayı merkeze aldığını anda belleği sıfırlamış oluyorsunuz. Şimdinin iktidarı da geleceği biçiyor. Geçmişi de zaten yok ediyor. Geçmişle bir bağınız kalıyor mu? Hayır kalmıyor. Az önce sizlere yaşam hikâyemi anlattım. O yaşam hikâyesinde daha fazla bilgi peşinde koşacak, gelecek hayalleri vardı. Hep bir öğrenme ve öğretme isteği vardı. Bunun “bugün”le bir ilgisi yok, hep gelecek üzerine kuruluydu. Şimdilerde bugüne, büyük yatırım yapıldığı için gündelik yaşamamızda sömürgeleştiriliyor, şimdinin iktidarı toplumu bitiriyor. Ertesi günü planlamadan, şimdi üstünden yaşadığımız zaman ciddi bir tehlikede yaşıyoruz demektir. Hayatımızda bir şeyler çok güzel gidiyor denildiğinde aslında kuşkulanmak lazım. Yalnızca Paranoidler Ayakta Kalır diye bir kitap bile var. Bu anlamda paranoyak olmak zorundayız. Burada elimizden bir şey alınıyor, çok fazla yatırım yapmamız isteniyor. Durup düşünmek lazım. Ama arada düşünmeyi unuttuğumuz için onu da yapamıyoruz. İlk hocalığa başladığım zaman bir öğrencim bana şöyle demişti: “Bu kadar çok şey öğretmeye çalışıyorsunuz ama önce düşünmeyi öğretin.”
Benim için çok önemli dersti. Nasıl öğreteceğiz peki? Eleştirel düşünceyle. Eleştirel düşünce ise Frankfurt Okulu’nun külliyatıyla geliyor. Bu düşüncenin temel adamı Theodor W. Adorno’dur. Alanın en demir leblebisidir. Geçende onunla ilgili bir söz duydum, çok hoşuma gitti: “Adorno’nun yaptığı en büyük iyilik, okurun her zaman yazardan daha zeki olduğu düşüncesini okurdan silmiş olmasıdır” diyor. Tam Adorno işte. Yani: “Benimle ne bilginle, ne zekânla, ne de hayata bakış açınla baş edemezsin.”demek istiyor. Çünkü zekiyim, bilgiliyim, elitim ve seni çok da dikkate almıyorum havası vardır Adorno’da. Netice itibariyle, benden öğreneceğin çok şey var. Ama Umberto Eco’nun da yaptığı gibi kitaplarının ilk 100 sayfasına sabredip dayanabilirsen.
Biz de ona dahiliz, aile desteği olmadan, Türkiye şartlarında gönül verilecek bir şey değil akademisyenlik. Mesela yurtdışı deneyimi, kolay kolay yanınızda aile desteği olmadan yapamazsınız, burslar da bir yere kadar idare eder. Benim yurtdışı deneyimlerimin bir tanesi bursludur. Diğer ikisi de davetledir. Davetle olanı siz karşılamak durumundasınızdır. Neticede uluslararası alanda çalışabilmek için aile katkısı önemlidir. Adorno gibi isimlerde bu katkıyı görüyorsunuz. Diğer bir deyişle bu büyük isimleri aslında onların yaşam öykülerinde yer alan ailelerin katkılarına borçluyuz.
Örneğin Max Weber’in üç buçuk, dört aylık Amerika seyahati sosyolojiyi değiştirmiştir. Avrupa sosyolojisinin bakış açısını değiştirmiştir ve dinin toplumda ne kadar önemli bir öge olduğunu ortaya koymuştur. Amerika’nın etkisi Frankfurt Okulu’nda, Adorno’da inatla göz ardı edilir. En sonunda bir 30 sayfalık makalesinde Amerika’nın hakkını teslim ediyor. Çünkü Amerika olmasaydı Frankfurt Okulu olmuyordu. En basitinden hayatlarını kurtarmış. Adorno Almanya’ya geri döndüğünde de Amerikalılar çok kızmış: “Biz seni kurtardık, arkadaşlarını kurtardık, hiçbir minnet göstermeden ‘kültür endüstrisi’ deyip bizi biçtin.” diye. Adorno orayı görmeseydi, “kültür endüstrisi”ni yazamayacaktı. Foucault’nun “Entelektüel Bakış” adında bir kitabı vardır. Orada entelektüel bakışın insanın kendi dünyasına dışarıdan bakmasıyla mümkün olduğunu belirtir. Bir başka dünyayı deneyimlerken, aynı zamanda kendi dünyana da dışarıdan bakma şansı yakalarsın. İçinde olduğun sürece onu göremezsin, koordinatlarını belirleyemezsin. Ama dışarı çıktığın zaman zihin ister istemez mukayese imkânı bulur ve bu da diyalektik düşünceyi mümkün kılar. Bu nedenle Frankfurt Okulu düşünürleri ekollerini aslında önce New York sonra da Kaliforniya’daki yaşamlarına borçludur. Oradaki yaşadıkları süreçte bir çeşit entellektüel getto oluşturuyorlar.
Belki de yahudi eğitimiyle de ilintili bir durumdur. Netice itibariyle ibranicede sesli harf yoktur. Sessiz harflerden oluşur ve biri seslendirmeden olmaz. O seslendiren de bir süre sonra topluluğun lideri haline gelir. Hem bilgisiyle, metni okuyabilmesiyle, anlatabilmesiyle şamanizme benzer bir yapı vardır onlarda, dili vatanları olarak kabul ederler Dil bir vatana dönüşür. Adorno, Almanya’ya döndüğü zaman röportaj yapıyorlar. “Neden Almanya’ya döndünüz?” dediklerinde, “Ben Almanya’ya dönmedim, Almanca’ya döndüm” diyor. 11 yılda nasıl bir acı çektiğini o cevapta görüyorsunuz. Ben Almanya’ya döndüm diyor. Çünkü Adorno mürekkep makamıyla yazan biri.
Horkheimer, onun baba figürüdür. Pek ortaya çıkmaz ama Horkheimer olmasa Adorno’nun Adorno olamayacağını söyleyebiliriz. Kaliforniya’da kendi aralarında oluşturdukları cemiyet onları bir arada tutup ayakta kalabilmelerini sağlamıştır. Çünkü birbirlerine hem entelektüel olarak hem de maddi olarak ihtiyaçları varmış. Kaldı ki akademide ortak bir kitap yazabilmek kadar zor bir şey yoktur ki Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazarken ikisinin de, neredeyse birbirlerinin cümlelerini tamamlayacak kadar yakın bir bilgiye sahip olduklarını görüyoruz. Aralarında hiçbir dengesizlik yoktur. Metinleri ikinci bir dille yazıyor olmak gerçekten zor. Ne kadar zeki olursanız olun, ana dil etkisinin üzerinizden kalkması en dört-beş yıl sürer ve Adorno da bu etkinin kaybolmasını istemiyor. Çünkü o Almanca entelektüel Adorno’yu var eden dil. Dolayısıyla ikincil gördüğü İngilizce’ye de iyi bakmıyor. Mekâna da iyi bakmıyor. Bazen arkadaşları onu eleştiyorlar: “Sen Almanya’da gökyüzünün bu ışığını görüyor muydun? Neden bu kadar öteliyorsun Amerikan yaşantısını?” diye. O da, “Manzara eksikliği var” diyor.
Beni çıldırtan da budur. Amerika’da manzara eksikliği nasıl olur? Kafasındaki manzara ne olabilir? Onun kafasında Alman şehirlerinin manzarası var. Amerika’ya ilk gittiğinizde fark ettiğiniz ilk şey ışık fazlasıdır. Bambaşka bir ışığı var ülkenin. Arkadaşları da ona “Bu manzarayı Almanya’da görmedin” diye kızıyorlar. Ama Kaliforniya’nın manzaraları yetersizmiş… Mesela Baudrillard’ın Amerikası’na bakarsın, tam bir sosyolog Amerika’sıdır. Adorno’nun Amerika’sı ise onun için sürgündür. Fakat o sürgün senin hayatını kurtarmış, oradaki popülariteyle Adorno olmuşsun. Ülkesinde kalmış olsaydı, muhtemelen başarısız bir müzisyen ya da müzik bilimci olacaktı. Müzik hakkında yazmaya kalkıştığı şeylerin beğenilmemiştir. Zaten yaşam coşkusu o az olan ve hiçbir şeyden hoşlanmayan biri Adorno. Eleştirel kuramı “her şeyi eleştireceğim, her şeye negatif yönden bakacağım” şeklinde kullanan birinin coşku verecek bir müzik yapması beklenemez. Müziği sadece elitizmi için kullanıyor. Tabii hepsinin geçmişlerinde o ciddi Alman eğitimi var. Bu bakış açılarını, eleştirme güçlerini, düşünce biçimlerinin hepsini Alman disiplinine borçlular. Aslında İletişim Bilimleri de kökeninde Almanca’ya çok şey borçlu. Bizde buna çok önem verilmez ama bakıldığında o akademik kültürel ekme, bir sürgün ya da bir şeyler öğrenmek için gittiğiniz yerler üzerinizde çok ciddi farklar yaratıyor.
Deniz Benzer: Adorno’nun Amerika’ya bakışının negatif olduğundan bahsettiniz. Yine Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği eserine baktığımızda Almanya’yı da bir noktada eleştirdiğini görüyoruz. O eser hakkında ne düşünüyorsunuz?
N.R: Zaten mutsuzluk onu insanı bir şey değil, nereye giderseniz kendinizle götürüyorsunuz. “Aydınlanmanın Diyalektiği” lisans birinci sınıf çalışmasıdır. Sonrasında sizi “Negatif Diyalektik”e götürmesi gerekir. Aydınlanmayı yeniden düşünebilmek için Alman eğitimi gerekmiyor mu? Yoksa bir Amerikalının aydınlanmayı düşünüp o hâle, o çerçevede inceleyebilmesini pek düşünemiyorsunuz. Onun için o Alman eğitimi, belki de o ana kara Avrupa eğitimi gerekiyor. Zaten bu insanlarda yirmi yaşına kadar makro bilgilerin tamamı oluşuyor. Sonrasında bir mentol seçme ve ürün vermeye doğru gidiyor. Tabii unutmamak lazım ki orada ciddi şekilde yaşanan travma travmanın etkisi de var. Diyalektiğin de negatife dönüşmesi, aslında onların iki cilt olarak birlikte verilmesi gerekiyor. Aydınlanmanın Diyalektiği’ni okuyup bırakamazsınız. Onu Negatif Diyalektik’le tamamlamanız gerekiyor. Çünkü bir tanesi otomatikman Amerika’da yazılmış, öteki ise tekrar döndüğü Almanca’da yazılmış. O ikisini görmeden bir Adorno çerçevesi oluşturabilmeniz mümkün değil. Ama şu açıdan eleştirebiliyorsunuz: şöyle söylem var, eylem yok. Bütün öğrencileri de böyle eleştirir. Kızmayın Adorno’ya, yapacak bir şey yok. Her metninden, her cümlesinden hâlen çok şey öğrendiğimiz ortada…
Herkes Chomsky gibi eylem adamı olmak durumunda değil. Akademisyenlerin de karakterleri var. Chomsky, her zaman hem söylem hem eylem adamı olmuş. Keşke herkes öyle olabilse ama zorunda değil. Mesela Marcuse, içlerinden biri ve eylem adamı. Kimse ona dememiş ki: “Sen işte 70’li yaşlarda hâlâ bu şeylerin içindesin.” 68’in fikir babaları bunlar aynı zamanda. Öğrenciler de onun için kızıyor:
“Biz meydanlarda, sizin yüzünüzden, sizin düşüncelerinizle buradayız ama sen hâlâ çıkmıyorsun.” Zorunda değil ki. Sen de meydana çıkmak zorunda değilsin. Öğren, düşün, konuş; başka bir şekilde aksiyonunu sürdür. İlla meydanlarda olmak durumunda değilsin. Ama Marcuse’ye de hiç kimse, bu ileri yaşında, “meydanlarda dolaş” dememiş. Tamamen karakter. Hepimizde bir karakter, içtepi var. Bir şey sizi oraya doğru götürüyor. O götüren şey, doğuştan gelen bir karakter. Birkaç kardeşseniz, hiçbir kardeşin bir diğerini izlemediğini bilirsiniz. Hepsi ayrı. Yukarıdan bir formül var. Ben ona inanıyorum. O formülle doğuyoruz hepimiz ve o formülün içini doldurmaya uğraşıyoruz. Dolayısıyla Adorno’ya kızmayın. O öyle doğmuş. Yapacak bir şey yok.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.