Beden ve Eşyanın Diyaloğu: Nesnelerin Tahakkümü

Yayın Tarihi: 12 Ağustos 2025
Toplam Okunma: 48
Okuma süresi: 28,1 dakika

-Sıla Gündüz

Sıla Gündüz: Asya Hocam öncelikle hoş geldiniz, katılımınız için çok teşekkür ederiz. Bize kendinizden bahsedebilir misiniz?

Asya Gürgün Özdemir: Merhabalar herkese, ben Asya Gürgün Özdemir. İstanbul Beykent Üniversitesi’nde Doktor Öğretim Üyesiyim. Yüksek lisansımı ve Doktoramı İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Endüstriyel Tasarım üzerine tamamladım.

S.G: Bir endüstriyel tasarımcı olarak tasarım kavramını ve bağlamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

A.G.Ö: Tasarım pek çok alanı etkileyen, birçok alanda tartıştığımız bir konu. Endüstriyel tasarım bağlamında ise tasarımı, insanların günlük hayatını kolaylaştıran nesnelerin sadece fonksiyon, işlev ya da estetik değerleriyle değil aynı zamanda pek çok kriter ile birlikte ele alındığı bir düşünme, problem çözme, analiz etme biçimi olarak özetleyebilirim.

Mustafa Burak Avcı: Aslında endüstriyel tasarımda da iletişim var ancak sadece bildiğimizden biraz daha farklı. Burada öznelerden ziyade nesneler ile bir iletişim kuruyoruz değil mi?

A.G.Ö: Bu soru benim Doktora tezimin konusu. Ben de aslında nesnelerle insan bedeninin iletişim hâlinde olmasını bir diyalog olarak tanımlayarak, doktora tezimi “Beden ve Nesne” üzerine yazdım. Soruya gelecek olursam, bu da bir iletişim biçimi ama tek yönlü, nesne ve insan bedeni üzerinden gelişen bir iletişim değil. Nesnelerin çevresi ile kurduğu etkileşimi, o nesnenin konumlandığı alanı, içinde bulunduğu mekanı kapsayan; sosyolojik, toplumsal, ekonomik tüm değerlerle ilgili yoğun, çok yönlü bir ağ şeklinde gerçekleşen bir iletişimden bahsediyoruz.

M.B.A: Sürekli diyalog hali içerisinde geri bildirim ile nesnelerin biçimi de değişiyor. Bakıldığında nesne biraz da araçsallaşarak insanın bir uzvuna dönüşüyor.

A.G.Ö: Çünkü günlük hayatta kullandığımız her şey ilk insandan itibaren belirli ihtiyaçlar doğrultusunda evrilmiş durumda. Örneğin, ilk insanlar “oldowan” adında bir taş alet üretiyorlar. Bu alet aslında obsidyen ucunun sivriltilerek, insanların hayatta kalabilmek için ilk ihtiyaçlarından olan avlanma, deri yüzme gibi ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıkmış. Sonraki dönemlerde ürettikleri ürünlere baktığımızda bu ilişkinin seramik yemek kaplarıyla sürdüğünü görüyoruz. Bu ürünler de aslında öldürülen hayvanın etini pişirebilmek, yemeği ısıtmak veya yemeği yemek gibi çok temel ihtiyaçlara atfedilmiş. Zaman geçtikçe ve insanların ihtiyaçları çeşitlendikçe artık sadece yemek yemek, giyinmek, bir yerden bir yere ulaşmak gibi fiziksel ihtiyaçların ötesine geçilmeye başlanıyor. Artık toplumda belirli bir statü gösterebilmek, kendi kimliğimizi, aidiyetlerimizi vurgulayabilmek ya da bir yerden bir yere sadece fiziksel olarak değil çok daha kapsamlı ve farklı şekillerde ulaşmak için kullanılıyor. Farklı alanlarda tasarım, hâlâ bizim ihtiyaçlarımızı çözmek için evriliyor. Tarihin erken dönemlerinden beri ihtiyaçlar tasarım noktasında hep belirleyici olmuştur. Günümüzde de hâlâ bu şekilde devam ediyor.

 

Ford üretim bandında Model T montajı.

 

S.G: Endüstri devrimi ile ortaya çıkan kitlesel üretim anlayışında tasarımdan ziyade verim ve seri üretim konularına yoğunlaşılıyor. Bu üretim ihtiyacı zamanla tasarımın da önemini ortaya çıkarıyor. O dönemlerin önemli isimlerinden Frederick Taylor ve Henry Ford’un endüstriye katkıları hakkında ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Hatta Ford’un “İstediğiniz renk arabayı alabilirsiniz ama siyah olduğu sürece” gibi bir sözü var. Bu sözün alt metnini bizlere anlatabilir misiniz?

A.G.Ö: Böyle söylüyor çünkü siyahın en hızlı kuruyan boya olduğunu ve aslında seri üretime en uygun renk olduğuna karar veriyorlar. Bu sebeple “İstediğiniz renk olabilir ama siyah oldukça.” gibi bir söz ortaya çıkıyor. Henry Ford’un seri üretime uygun bir araba tasarlamasının sebebi; bir nevi tasarımı demokratik hâle getirerek daha fazla insanın ulaşabileceği, az bütçeyle karşılanabilir olan bir araç tasarlamak istemesi. Bunu da enteresan bir şekilde, girdiği kasap dükkanında gördüğü üretim biçimiyle hayata geçirmeye karar veriyor. Kasap dükkanında çengellere asılmış domuzları fark ediyor. Bu çengeller ise raylı bir sisteme takılı. Orada bulunan kasapların işini yapabilmesi için çengellerin her kasabın önüne sırayla geldiğini görüyor. Sonrasında bu üretim sistemini otomotiv endüstrisine nasıl uyarlayabileceği üzerine çalışıyor. Böylece, bugün hâlâ kullanılan, her parçanın modüler olarak üretildiği, bantlarla işçilerin önüne getirildiği üretim şekline geçiyorlar.

Bunun bir devrim olmasının sebebi ise süreyi inanılmaz kısaltmış olması ve hızlı bir şekilde üretim prototipini yaratabilmiş olmaları. Bu da “Model T”nin ilk adımları oluyor. “Model T” denince çok spesifi k bir isimmiş gibi gelebilir ama aslında A’dan T’ye kadar sırasıyla modeller deneniyor. “Model T” ile seri üretimin en verimli haline geçiliyor. O dönemin koşulları içerisinde Ford’un başarmak istediği demokratik ürün oluşmuş oluyor. Daha fazla insan ulaşabiliyor, daha fazla alım imkânı yaratıyor. Neden? Çünkü süresi inanılmaz kısa. Tabii ki bu seri üretim sadece arabalar ile kalmıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda bu üretim sisteminin ciddi etkileri olduğunu görüyoruz.

O dönemlerde uçaklar “handcraft (el yapımı)” dediğimiz, her bir parçanın elde tek tek perçinlendiği şekilde üretiliyor. İkinci Dünya Savaşı zamanında bombardıman uçaklarına ciddi bir ihtiyaç duyuluyor. Mitsubishi, Ford ve büyük araba üreticilerinin olaya dahil olması ile uçakları seri üretimle üretmeye karar veriyorlar. 12-20 saatte bombardıman uçağı üretebilmeye başlıyorlar. Bu da tabii savaşın akışını ve yönünü tamamen değiştiriyor. Almanya belki ön plana çıkabilecekken Amerika, İngiltere ve Fransa seri üretim bantını çok hızlı bir şekilde uygulayabildiği için bir anda teknik üstünlük elde ederek savaşın akışını değiştiriyor. Eğer o dönemde Ford böyle bir sistemin endüstriye uyarlanabildiğini görmeseydi, belki de bugün biz, seri üretimi bu dozajda deneyimlemiyor olmayacaktık.

 

Ford’un üretim bandında II. Dünya Savaşı uçakları.

 

S.G: Frederick Taylor da bilimsel yönetim anlayışını temel alıyor ve bu bakış açısı üzerinden ilerliyor. Bu yaklaşımla oluşturulan tasarım sistemlerinde “tasarım eşittir verimlilik” anlayışının öne çıktığını ve insanların makineleştiğini görüyoruz. Sizce bu durumun tasarımın iletişimsel ve kültürel boyutları üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?

A.G.Ö: Belki yabancılaşma açısından değerlendirebiliriz. Tasarım birçok açıdan değerlendirilebilecek ve yorumlanabilecek bir alan. Bir yandan bir ögeyi çok eleştiriyorken diğer yandan pragmatik ve aslında hepimiz için daha yararlı bulabileceğimiz, pozitif açılarını tartışabileceğimiz noktalardan ele alabiliriz. Bu yüzden tek yönlü cevap vermek istemiyorum, objektif olmak lazım. Evet, tasarım eşittir verimlilik. Günümüzde de hâlâ bir ürünü tasarlayacağımız zaman bunun ekonomik olarak sürdürülebilir olup olmadığına, çevreye etkilerinin ne olduğuna bakıyoruz.

Tabii burada hem tasarımcısının hem de üretici firmanın ne beklediği çok önemli. Örneğin bir firma daha çevre dostu olsun, doğaya minimum zararı versin gibi bir beklentiyle verimliliği bu yönde değerlendiriyorken bir başka firma ise bunları katma değer olarak görmeyip sadece ekonomik gelirin verimlilik olduğuna karar verebiliyor. O yüzden verimlilik dendiğinde firmanın, tasarımcının ya da kullanıcının ne anladığı çok önemli. Çünkü verimlilik dediğimiz şey sadece tek boyutla ekonomik bir verimlilik değil. Taylorizm’de verimlilikle kastedilen işin ekonomik perspektifi. Yani bir şeyin daha fazla getiri sağlaması, daha kısa sürede üretilmesi ve daha fazla insana ulaşabilmesi. Ama günümüzde verimlilik sadece bu boyutundan tartışılmaması gereken bir şey.

Verimlilik aynı zamanda enerji tasarrufu da olabilir. İnsan hayatına maksimum faydayı sağlayabilecek, uzun süreli, sürdürülebilir ürünler üretmek de verimlilik olabilir. Bu yüzden Taylorizm’in verimlilik anlayışı 1970’lere kadar sürdürülmüş olabilir ancak 70’lerden sonra, özellikle çevresel hareketler, kitlesel farkındalığın artmış olması, seri üretimin dünyaya verdiği zararların fark edilmesi endüstriyi değiştirdi. Nedir bunlar? Emisyon değerleri mesela, doğaya ya da denizlere vermiş olduğumuz zararlar, canlılara vermiş olduğumuz zararlar. Çevresel hareketlerle, eylemlerle veya dönemin politik bakışının değişmesiyle doğal olarak Taylorizm’in verimlilik anlayışı da değişmiş oldu. Artık verimlilik dediğimiz şey sadece maddi olarak bir karşılığı ifade etmiyor.

S.G: Taylor’un bakış açısını biraz daha açmak isterim. Kendisi, çalıştığı fabrikalarda çalışma vakitlerini rasyonel bir şekilde ayarlıyor. Aslında onun rasyonelliği verimlilikle eş değer. İşçilerin daha çok çalışması için yöntemler arıyor ancak onların yorulabileceği, uykusuz olabileceği gibi insani özellikleri dikkate almıyor. Siz bu rasyonelliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce günümüzde de devam ediyor mu?

A.G.Ö: Taylorizm, bir makineleşme sürecinden bahsediyor. Artık insanın da neredeyse bir üretim bandına katılmış bir makine olduğunu düşünmemizi istiyor. Çalışanların yorgun olması, uykusuz olması hatta hasta olması gibi insanlara ait gündelik deneyimlerin üretim sürecinde hiç yer almadığı, tamamen işe bağlanmış, üretime odaklanılmış bir sistem. Aslında insanın da makineleştiği, üretimin tamamen içine dahil olduğu, bir parça, bir dişli haline geldiği bir sistemden bahsediyoruz. Günümüzde bu sistem hâlâ böyle. Biz üretimin bir nesnesiyiz. Foucault, nesne üretimine dair pratikleri “biyopolitika” kavramı üzerinden açıklıyor. Bir bakıma biyolojik olanın politik olduğunu anlayabileceğimiz bir kavram kullanıyor. Biyolojik olduğumuz için de politiğiz ve politik olarak da hâlâ üretimin üzerimizden döndüğünü kabul etmek durumundayız.

Peki biz 2025 yılına geldiğimizde nasıl hâlâ üretimin bir parçasıyız? Şöyle: Bugün kullandığımız bütün nesneler ya da kullandığımız o aplikasyonlar; bir mobil bankacılık uygulamasından tutalım da navigasyonda işaretlediğimiz konum bile hâlâ o ürünün içinde olduğumuz ve ürün olarak çalıştığımız noktalar. Belki biraz daha açmak gerekebilir: Ben nerede olduğumu belirttiğim zaman bulunduğum yerdeki kafeleri görebiliyorsam, onları tüketebileceğim için orada olduğum işaretleniyor. Yani hâlâ o makinenin dişlisiyim ve üretim bandının içindeyim. Bir restorana gittiğin zaman konum paylaştığımda bunu Instagram’da görüpbaşka hashtagler açılabiliyorsa, hâlâ üretim bandının içinde olduğum; hâlâ o dişlinin bir parçası olarak üretime devam ettiğim içindir. Taylorizm günümüzde bu şekilde yorumlanabilir diye düşünüyorum. Fabrikada işçi olma hali ise bence artık kamusal alana ve toplumsal düzene sosyolojik olarak sirayet etmiş durumda. Şu anda küresel anlamda hâlâ bir makinenin dişlisi olarak devam ediyoruz. Post attığımız sürece, telefona alo dediğimiz sürece ya da bu ayakkabıyı değil şu ayakkabıyı seçtiğimiz sürece o nesneler evreninin işletilmesini sağlayan parçalar olarak değerlendirebiliriz hâlâ kendimizi.

 

Chaplin’in “Modern Zamanlar” filminden üretim bandı sahnesi. Fordist sistem ve Taylorizm eleştirisi.

Umut Yiğit: Benim kendi hocamdan da gördüğüm doğal bir yetenek var; dersi hikâyeleştirebiliyorlar. Siz de anlattığınız konuların içerisine hikâyeleri çok doğal bir şekilde yerleştiriyorsunuz. Bu anlatıyı nasıl oluşturuyorsunuz, nasıl geliştiriyorsunuz?

A.G.Ö: Ben dinleyerek, okuyarak ve en önemlisi hayal ederek öğrenmeyi çok seven biriyim. Öğrenciliğimde fark ettiğim bir şey var. Eğer bir dersten verim almıyorsam, o ders bana hayal ettiremediği için verim alamıyorumdur, diye. Bilgi iletişimini temelde sağlayan şey sözcükler. Sözcükleri kullanarak, karşı tarafın zihnine, zihnimizdeki imajı doğru bir şekilde geçirebildiğimiz zaman bilgi iletişimini sağlıyoruz. O yüzden söylediğim sözcüklerin havada kalmaması için belli imajlara tutundurulmuş olması gerekiyor. Konunun e-posta atmak gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bazen sadece yazılı bir mail attığımızda karşı taraf ne kastettiğimi anlamayabiliyor. Bu yüzden büyük şirketler maile fotoğraf iliştirerek niyeti karşı tarafa daha net aktarabiliriz diye düşünmüşler. Ben de tamamen kendimden yola çıkarak, bana o fotoğrafları aktaramayan hocalarımın derslerinden verim alamadığımı bildiğimden; öğrencilerime o fotoğrafları aktarmaya çalıştığım bir anlatıyı tercih ediyorum. Olayları görselleştirmeye, gündelik nesneler üzerinden düşünülebilecek noktalara çekmeye çalışıyorum.

Mesela derslerimden birinde Zippo çakmak üzerinden küçük bir örnek vermiştim. Dersin sınavını yaptığımda yaklaşık elli kağıdın ellisinde de Zippo çakmak örneğini gördüm ve bu benim için hem çok keyifli hem de çok çarpıcı oldu. Çünkü gerçekten benim o anda sadece küçük bir nesne üzerinden vermiş olduğum örneğin, tıpkı elektronik postadaki fotoğraf gibi karşı tarafın zihnine geçmiş olduğunu, bir belgesel izlemiş gibi onu hayal ettiklerini fark ettim. Bu beni çok mutlu etti çünkü bence öğrenme gerçekten önce kendi içimizde, kendi aklımızda, kendi hayalimizde başlıyor. Biz hayal etmiyorsak kesinlikle zihnimizde yer bulmuyor. Bu yüzden öğrencilere böyle bir şey hayal ettirebilmiş olmak benim için çok önemli. Özellikle tasarım eğitimi için bu anlatı çok gerekli. Ben bir bardağı kavrıyorum ve bu bardakla ilgili iletişimi ne sağlıyor hiç bunu düşünmüyorum. Sadece hayatımı sürdürmeye devam ediyorum. Bir sandalyeye oturuyorum, yatağıma yatıyorum ya da bir bilgisayar masası seçiyorum. Neye göre o bilgisayar masasını seçiyorum? Neye göre bu bardağı seviyorum ya da sevmiyorum?

Buraları insanlar çok düşünmüyorlar. Çünkü bunlar gündelik hayatın içerisinde gizli kalmış iletişim araçları. Ben biraz buraları deşerek, neye göre tercih ediyoruz, neleri kendimize uygun buluyoruz ya da bulmuyoruz gibi soruların cevaplarını araştırmaya başlayınca, endüstriyel tasarımın bana hitap ettiğini anlamaya başlamıştım. Yüksek lisans ve doktora düzeyinde de çok doğru sorular sorduğumu fark ettim. Çünkü yapmış olduğumuz bütün tercihler, sadece bir şey satın alma tercihi değil aynı zamanda kullanma ya da kullanmama tercihidir de. Bu tercihler tamamen o nesnenin bizim bedenimizle kurduğu ilişki biçimleriyle, bizim zihnimizde çağrıştırdığı anlamlarla alakalı. Roland Barthes’ın açısından bakarsak göstergelerin bizim hayatımızda nasıl yer bulduğuyla ilişkili oluyor. O yüzden bence endüstriyel tasarım tam da bu anlamda günlük nesnenin üzerinden, günlük hikâyelerle bağdaştırılarak tasarım öğrencilerine aktarılmalı diye düşünüyorum.

Emre Düşün: İkinci Dünya Savaşı sırasında endüstriyel gelişmelerin, özellikle Almanya ve Amerika arasındaki savaşın seyrini değiştirdiğini biliyoruz. Bu bağlamda endüstriyel tasarımın savaş üzerindeki etkilerinden de bahsedebilir misiniz?

A.G.Ö: Almanya birçok alanda etkilerini gördüğümüz “Bauhaus” adında bir okula sahip. Bauhaus’un amaçladığı şey çok iyi bir sanatçı ve çok iyi bir tekniker olmak gibi gayelerle hâkim üreticiler, tasarımcılar yetiştirebilmek. Biz bugün birçok şeyin üzerinde ‘‘Made in Germany’’ yazısı gördüğümüzde derin bir güven duyuyorsak bu Bauhaus Okulu’na kadar dayanıyor aslında. Çünkü Bauhaus’dan önce sanatçılar sadece sanat yapıyorken, işin zanaat kısmıyla ilgilenmiyorlardı. Atölyelerde bir sürü zanaatçı ve ustabaşı vardı. Mesela mermer bir heykelin yapımından bahsediyorsak, o dönemin çok ünlü heykeltraşları bu atölyelere gidip istediği heykeli anlatıyor. Şurası biraz daha bükümlü olacak, burada biraz daha kas grubunu öne çıkaracağız ya da şu kısımda biraz daha pah kıracağız gibi genel yönlendirmelerini yapıyor ve gidiyor sanatçı. Gerisini orada ustabaşları ve mermer işçileri yapıyor.

Louvre Müzesi’nde gördüğümüz heykellerin birçoğu için bu durum söz konusu. Dönemin çalışma biçimleri bu şekilde zaten. Sanatçı orada işin zanaat dediğimiz kısmına yön vermiyor. Daha sonrasında Alman ekolü burada eksikler olduğunu fark etmeye başlamış ve demiş ki; sanatçı da bir zanaatkar kadar o mermeri oyabilmeli, işleyebilmeli; yöntemini, tekniğini bilmeli. Bauhaus Okulu’nda bir sandalye üretiminden bahsediyorsak, bunu tasarlayan tasarımcının sandalyenin teknik üretimine dair detayları bildiği kadar zanaatının da, işçiliğinin de neler gerektirdiğini bilmesi gerekiyor. Aynı zamanda estetik bir form olarak bunun biçimini, işlevini, formun estetik değerlerinin kullanıcıya nasıl aktarılması gerektiğini de biliyor olmalı. Yani sadece renk, görsellik ve estetik algısı değil, aynı zamanda üretim biçimlerine hâkim olma durumu da var.

 

Bauhaus’ta uygulamalı tasarım dersi.

 

Bauhaus’un getirmiş olduğu bu ekolün sağladığı yöntem bilgisinin İkinci Dünya Savaşı’nda rollerin değiştirmesinde çok büyük bir etki sağladığını söyleyebilirim. Çünkü Bauhaus Okulu biraz daha el işçiliğinin ve ince düşünülmüş işlerin ortaya çıktığı bir dönem. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın temelde fark ettiği şey; eğer bütçen varsa ve bu bütçeyi yönlendirebilecek elemanların varsa, bir şeyleri seri olarak üretebilmeye başladıysan, çözümlerini de son derece pratik bulabilirsin ve bu seni öne geçirir. Somut bir örnek vermek gerekirse; Almanlar’da bir bombardıman uçağı hasar gördüğü zaman, uçağı bir tren lokomotifi ne yüklüyorlar ve fabrikaya geri gönderiyorlar. Çünkü ustalar ve zanaatkarlar fabrikadalar, uçağın da fabrikada tamir edilmesi gerekiyor. Savaş dönemindesiniz, uçağınız hasar aldı, çok ciddi bir bombardıman süreci var.

Siz bir lokomotife uçak yüklüyorsunuz, uçağı lokomotifl e fabrikaya gönderiyorsunuz, fabrikada onu işçiler tek tek tamir ediyorlar. Ortada çok ciddi bir zaman ve emek kaybı var aslında. Amerika ise aynı dönemde, Bauhaus’un getirmiş olduğu fabrikada ince işçilik, dikkatli ve özenli işçilik anlayışını şöyle aşmış: “Madem savaştayız ve benim çok fazla uçağa ihtiyacım var, o zaman neden bir uçağı alıp bir yerden bir yere götürerek zaman kaybediyorum ki? Ben aynı anda çok daha fazla uçak üreteyim, seri üretime geçeyim ve bir tanesi hasar gördüğü zaman hemen orada modüler bir sistemle müdahâle edeyim.” diyorlar. Eğer uçak tamir edilmiyorsa onun yerine üç tanesi daha üretiliyor.

Bu şeklinde bir çözüm buluyorlar. Doğal olarak, Almanya’nın savaştaki seyrini değiştiren şey, Amerika’nın seri üretim anlayışnı kabul etmiş olması. Almanya bir şeyin çok hızlı veya hemen yapılmasından ziyade ustası tarafından işçilikle yapılmasının daha önemli olduğuna kanaat getirmiş. Bu onlara zaman kaybettirmiş. Doğal olarak savaşlarda kimin malzeme ve askeri teçhizat üstünlüğü varsa onun kazandığını varsayarsak; orada dönemin akışını değiştiren şey de tamamen bu olmuş.

Bauhaus okulunda öğrencilerin deneysel tasarım çalışmaları ve eleştiri oturumu. (1920’ler)

U.Y: Seri üretim mantığının karşısında Bauhaus ekolü var. İkisinin de üretiminin insan olduğu bir sistemi düşündüğümüzde, bana sanki bugün gördüğümüz eğitim sisteminde de seri üretim mantığı daha çok yer etmiş gibi geliyor.

A.G.Ö: Benim için çok etkileyici bir cümle değildi ama derste şöyle bir şey söylemiştim: “Tarih kazananlar tarafından yazılıyor.” Öğrenciler açısından çok etkili olduğuna dair geri dönüşler aldım. Bu çok üzerine düşünmediğimiz bir şey. Sadece tarih için değil, biz dinlediğimiz her hikâyeyi kazananından dinliyoruz. Yani literatür de bu şekilde olmuşmuş zaten. İkinci Dünya Savaşı’nın kazananının da aslında ABD olduğunu varsayarsak; seri üretimin ona kazandırmış olduğu bu potansiyeli, eğitim, ekonomi gibi farklı alanlarda da kullanmışlar. Ama Almanya hâlâ Bauhaus ekolüne bağlı bir şekilde. Daha doğrusu Avrupa ülkelerinin çoğu daha bireye yönelik bir eğitim modeli uyguluyorken; bizim gibi biraz daha geri planda kalan eğitim modelleri için seri üretim benzetmesi yapmak bence çok doğru. Çünkü bizde bireye ya da bireyin kendi nitelik ve öz değerlerine uygun bir eğitim modelinden ziyade kompakt bir şekilde bir konunun aktarılması daha ön plana çıkarılıyor. Aslında insanlar da çeşit çeşit, hepimizin yetenekleri, yeterlilikleri, ilgi alanları ya da farkındalıkları başka.

Ama hepimiz aynı potaya atılıp eritilmeye çalışıldığımız zaman, kimimiz çok güzel eriyebiliyorken kimimiz için o ısı yeterli olmuyor. Doğal olarak birisi için bir ders çok heyecanlı ya da çok keyifli geçiyorken bir başkası için eziyete dönüşebiliyor. Bunu Bauhaus ekolündeki Almanya ya da günümüzde Finlandiya nasıl aşıyor? Öğrencileri kendi yetenekleri, beklentileri, istekleri doğrultusunda yönlendiriyorlar. Bizdeki gibi her öğrenci aynı dersi almıyor. Öğrenci kendisine en uygun ve topluma da en faydalı olabileceği dersleri alıyor. Bir çocuğun resme daha fazla yeteneği varsa o çocuk matematik yaptığında akıllı sayılmıyor. Bizde maalesef temel bilimleri yapan çocuklar daha akıllıymış ya da daha zekiymiş gibi yanlış bir algı var.

Sosyal bilimlerdeki birçok şeyi yapabilmek de tarihe hâkim olabilmek de çok ciddi bir algı gerektiriyor. Sadece fonksiyon, türev ve integral çözebildiğimizde bunu yapmış olmuyoruz. Ben lise ikideyken Almanya’da bir matematik dersine girme imkânı bulmuştum. İntegral konusuna yeni geçmiştik ve tahtada bir integral sorusu vardı. Büyük bir heyecanla kalkıp çözdüm. Öğretmenin çok şaşırdığını hatırlıyorum çünkü yazdığı soruyu orada birinin çözeceğini beklemiyormuş. Bana “Peki integrali ne için kullanırız?” diye sordu. Hayatımda pek unutamadığım anlardan biriydi. Neden yaptığımı bilmiyorum, sadece neyi çözmem gerektiğini biliyordum.

Daha önce bahsettiğim e-mail örneğinde olduğu gibi kafamda hiçbir imaj yok. Bir bilgi yok, bir ezber var. Sonra bana “İntegrali otoparka kaç araba sığar diye hesaplamak istediğimizde kullanabiliriz, katlı bir yapıdaki geometrik alanları hesaplamak için kullanabiliriz.” diyerek örnekler vermişti. Ben integrali nerede ve nasıl kullanacağımızı Almanya’da girdiğim tek bir derste öğrenmiştim. Sonra tabii Türkiye’ye döndüğümde kendi lisemdeki öğretmenime integral anlatırken parmak kaldırıp “Hocam biliyor musunuz integral bu alanda kullanılıyormuş.” demiştim ve “Gereksiz bilgilerle dersi bölme.” cevabını almıştım. Bu tam olarak seri üretim mantığı.

Çok fazla şey bilmek ama bunların nerelerde kullanılacağını, nasıl faydalar sağlayacağını, nasıl dönüştürülebileceğini bilmemek çok büyük bir israf yaratıyor. Ben de derslerimde böyle bir israfa karşı durmaya çalışıyorum. Eğer derse girdiysem ışık açıksa, çıkarken mutlaka kapatıyorum. Benden sonra gelen kişinin açması ya da kapatması önemli değil. Oradaki durum benim o elektriği israf etmeye devam etmiyor olmam. Benim sürecim bitti ve gerekiyorsa o ışık kapatılmalı.

Eğer bir odadan çıkarken elektriği bile kapatmak gerektiği bilincindeysek, bir sınıfta elli kişi varsa, en büyük israf o elli kişinin zihnini israf ediyor olmak. Yani onlara bir veri, bir bilgi aktarmıyor olmak. O çocuklar ailelerinin emekleriyle, geleceklerine dair belli ümitlerle ve beklentilerle o sınıfa geliyorlar. Yaşları itibariyle toplumu şekillendirecek, kültürü şekillendirecek, sosyolojik olarak Türkiye’nin geleceğini oluşturacak bir zemindeler. Oraya gelen bireyi hiçbir şeye dönüştürmeden, hiçbir şeye fayda sağlamadan sınıftan çıkarmak; bence tamamen o gençliğin, zihinlerin, parlak beyinlerin israfı. Bunun israf edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden, Amerika’nın seri üretim mantığındaki eğitiminin değil de Bauhaus ekolü eğitiminin bireye daha faydası olacağı kanaatindeyim.

 

 

E.D: Ürünler kültürel öğelere göre nasıl bir değişkenlik gösteriyor? Endüstriyel ürünlerin zorbalıkları nelerdir?

A.G.Ö: Yüksek lisans tezim tahakküm üzerineydi. Tahakküm kelimesi için, popüler dille ifade etmek gerekirse “zorbalık” diyebiliriz. Kontrol altına alma, bir kişinin iradesini yok sayarak ona bir şeyi zorla yaptırma gibi değerlendirebiliriz. Tezimde de Foucault’nun güç ve iktidar ilişkileri üzerinden referanslar vermiştim. “Bir nesne nasıl zorbalık yapar?” Bence şöyle zorbalık yapar: Düşünelim ki ilkokul birinci sınıfa giden bir çocuk var ve bu çocuk solak. Bu çocuk kendi yeterliklerini, yetkinliklerini ilk defa deneyebildiği, anne babadan ayrı olduğu bir sınıf ortamında zaten yeterince kaygılı. Bir kalemtıraşı var ve bu nesne sağ elini kullanan bir çocuğa göre tasarlanmış. Aslında azınlıklar üzerine hiçbir düşüncesi olmayan, onlara dair hiçbir öngörüsü olmayan bir nesne tasarlanmış. Bu nesneyi o solak çocuk eline aldığı zaman nesnenin fonksiyonsuzluğu, çocuğun bedeninin fonksiyonsuzluğu olarak algılanıyor. Sınıftaki otuz arkadaşı kalemini açabiliyorken sadece solak olan kalemini açamadığı zaman bunun kalemtıraştan kaynaklı olduğunu değil, kendisinden kaynaklı olduğunu düşünüyor. “Ben yapamıyorum ama arkadaşlarım yapıyor, bu kalemtıraşı ben kullanamıyorum.” diye düşünüyor.

O yüzden bir kalemtıraşın o çocuğa zorbalık yaptığını tasarımcının fark ediyor olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu bugün en basit haliyle Türk kahvesi makinesi örneklerinde görüyoruz mesela. Çok uzun süre cezvelerin sadece tek bir yönde döküm ağzı olduğunu ve sadece sağ elini tutan kişinin düzgünce dökebildiğini biliyoruz. İlginç gelecek ama “clumsy” (sakar) kelimesi İngilizce, Almanca ve Fransızca’da “solak” kelimesine karşılık geliyor. Burada aslında o kişinin sakar olmasına sebep olan şey, solak olması veya kişinin kendi yetkinlikleri değil, uğradığı zorbalık. Ama insan bunu çağlar boyunca kendi yeterliği üzerinden algılamış ve demiş ki “Sol elle iş yapılmaz, sağ elini kullanacaksın.” Sol elle iş yapılmaz değil, ürün sol elle çalışmaz. Bu sadece kahve makinesi ya da bir kalemtıraş örneğiyle kısıtlı değil, bunlar çok basit örnekler. Çok daha ütopik olanları var.

Mesela Volvo fi rması dünyanın en güvenli araçlarını üretiyorken, sürücü koltuğu güvenlik testlerini sadece erkek bedenine göre yapıyormuş. Sürücü koltuğunda bir kadın oturduğu zaman hangi açıyla kaza yapabileceği ya da kadının kendi beden yeterliklerine göre nasıl zarar alabileceği test edilmemiş. Kadın erkek ayrımı değil sadece, bu işin çocuk, yaşlı ve genç kısmı da var. Yine çarpıcı örneklerden bir tanesi: Mercedes fi rması otobüslerini Almanya’da üretiyor. Bizim ülkemizde de genelde bu markanın araçları kullanılıyor. Ben metroya da otobüse bindiğimde genelde birilerinin savrulduğunu görüyorum. Aslında otobüs herkes için aynı hızda gidiyor ve aynı freni yapıyor. Birilerine hiçbir şey olmuyorken, birileri gerçekten savruluyor ve tutunmaya çalışıyor. O savrulan kişi ise kendisi tutunamadığı için olduğunu düşünüyor. Çünkü normlarımız bize genelde kabahatin kendimizde olduğunu öğretmiştir.

Yanlış varsa ben yaptım, konuşurken ortam sessizleştiğinde “Yanlış bir şey mi söyledim?” düşüncesi var. Hiçbir zaman karşı tarafın bize ne yapıyor olabileceği üzerine düşünmeyi öğrenmemişiz. Peki neden otobüste birileri savruluyor? Mercedes otobüsler Alman ırkının temel beden özelliklerine göre tasarlanıyorlar. Irkın özelliklerine baktığımızda erkeklerde 1.80 gibi bir ortalama boy görüyoruz. Türkiye istatistik Kurumu’nun verilerine göre ise Türk erkeğinin boy ortalaması yanılmıyorsam 1.74-1.75 aralığında. Şimdi siz 1.80 boyunda bir bireyin bedenine göre tasarlanmış otobüs tutamağını, boy ortalamasının 1.70 – 1.75 olduğu bir topluma verdiğiniz zaman, aradaki fark o kişinin bedeninin 1.80 boyunda olan kişiden daha fazla zarar görmesine sebep oluyor. Ya da o oturma alanları da çok normatif öğeler. Herkesin bedeni aynı değil ama bütün otobüs oturakları aynı. Bunların hepsi aslında ürün zorbalığına örnekler.

Bindiğimiz arabada başımıza bir şey geldiği zaman bu bizim dikkatsizliğimiz kadar arabanın da yetersizliğindendir ki sigorta şirketleri bunun üzerine kurulmuştur. Aslında birileri ürünlerin zarar verdiğini fark etmiş. Ben mesela bir sandalyenin oturan bir kişiye zarar verdiğini sözlü olarak anlatmaya çalıştığımda karşı tarafa geçmiyor. Ama meslek hastalıkları raporunu indirip de çok uzun süre masabaşı işi olan sekreterlerin genelde omurilik sorunları yaşadığını kanıtlayınca bunun sandalyeden kaynaklı olduğunu kabullenmesi daha kolay oluyor. Nesnelerin sessiz olduklarına bakmamak lazım, aslında konuşuyorlar. Biz buna tasarımda ürün dili diyoruz. Mesela bir pet şişenin kapağındaki küçük tırtıklar bilmeseniz de size “Beni buradan tutup çevir.” diyor. Bazı ürünler de size bir yönlendirme verir. Siz onu yaparsanız ama ürün çalışmaz. Siz yapamadığınızı düşünürsünüz ama ürün sizinle yanlış konuşuyordur.

O yüzden ürünleri tasarlarken kullanıcıların tek tip, tek beden olmadığını unutmamak lazım. Özellikle endüstriyel tasarımın ilk senelerindeki arkadaşlara genelde şöyle söylüyorum: “Sadece ürünü tasarladığınızı düşünmeyin. Kullanıcının o ürünü kullanırken göreceği bütün zararı da siz tasarlıyorsunuz.” Eğer o zararı analiz etmezseniz ve doğru tasarım kararlarını almazsanız bir çocuğun yanmasına da sebep olabilirsiniz. Birinin düşüp kaymasına da sebep olabilirsiniz. Aslıda siz birinin bedeniyle birebir diyalog kuracak bir aktör tasarlıyorsunuz…

S.G: Geldiğiniz için teşekkürler Hocam. Emeğinize, ağzınıza, dilinize sağlık.

A.G.Ö: Davetiniz için ben teşekkür ederim. Çok keyifl iydi, emeklerinize sağlık.

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın