Bilimin Toplumda Yankısı:”Kamusal Algı”
-Ali Gülbetekin
İllüstrasyon: Beyza Büyük
Bilim İletişimi Nedir?
Bilim iletişimi en genel tanımıyla bilimsel bilginin, araştırmaların, keşiflerin ve bilimsel süreçlerin bu konular hakkında uzmanlığı olmayan topluluklara aktarılması sürecini ifade eder. Bu aktarım süreci ise bilim insanları ile toplum arasında köprü kurması açısından bir hayli önem taşır. Bilim iletişimi alanı akademik çerçevesiyle bilimin toplumsal değerler ile ilişkisini, hangi kültürel ve politik bağlamlarda şekillendiğini ve kamuoyu tarafından nasıl anlamlandırıldığını da sorgulamayı amaçlar. Bu niteliğiyle değerlendirildiğinde toplumun bilimsel konulara yönelik farkındalığını ve bilgisini artırmayı ve dezenformasyonu ortadan kaldırmayı hedeflediği de söylenebilir. Elbette bu durum bilim temelli karar alma süreçlerini güçlendirmeyi, bilimin meşruiyetini pekiştirmeyi ve bilimsel bilgiyi demokratikleştirmeyi de hedefler. Peki neden bugün bilim iletişimi alanı gittikçe popüler hale geliyor?
Bilim iletişimi günümüz medya ekosisteminde farklı iletişim araçları ve mecraları yoluyla yürütülebilir durumdadır. Klasik kitle iletişim araçları olan gazete, dergi, televizyon ve bu araçlarda yer alan televizyon programları ve belgesellerin yanı sıra; bilim müzeleri, sergiler, söyleşiler, sosyal medya platformları, bloglar ve podcast yayınları da bilim iletişiminin araçlarıdır. Ayrıca vatandaş bilimi projeleri gibi kamuoyunun doğrudan katkı sunduğu katılımcı modeller de bilim iletişiminin kapsamını genişletmektedir.
Günümüzde bilim iletişimi yalnızca bilimi anlatmak değil; toplumla diyalog kurmak, toplumun sorularını dinlemek, birlikte düşünmek ve gerektiğinde bilgi üretim sürecine kamuoyunu dahil etmeyi de kapsar. Bilimsel anlatının etik boyutlarını, kültürel çeşitliliği, toplumsal cinsiyet yaklaşımını, güç ilişkilerini ve dijital dönüşümü de hesaba katması, bilim iletişimini daha kapsayıcı ve adil hâle getirir. Böylece bilim iletişimi yalnızca bir duyuru faaliyetinin ötesine geçerek, ortak akıl yürütmenin ve demokratik tartışmanın temel unsurlarından biri haline gelir.
Çünkü bilimsel bilgiyi anlamlandırmak için ilgili konunun terminolojisine hâkim olmak gerekir. Bu noktada bilim iletişimi faaliyetleri devreye girer. Bilim iletişimi, yetkinlik gerektiren belirli uzmanlık alanlarında yayımlanmış çalışmaları gündelik yaşamın bir parçasına dönüştürebilir. Bu durum toplumun bilimsel bilgiyi tartışabildiği ortamları oluşturur. Hem bilginin niteliği hem de hedef kitlenin özellikleri farklılaştıkça, aktarılan içeriklerin şekli, dili ve ortam farklılaşır.
Bu noktada hikâye devreye girer. Hikâyeler ve anlatının sadeleşmesi toplum nezdinde bilimsel bilgiyi daha anlaşılabilir kılar. Bu sayede oluşan bu ortamlar bilimsel bilginin demokratikleşmesini sağlarken toplumda da karşılık bulmasını amaçlar. Bu durum bilimsel bilginin üretilmesine bir temel oluşturur.
Ancak Bilim iletişimi, tek bir biçim ya da tek bir yöntemle yürütülebilecek kadar basit bir süreç değildir. Bu sebeple bilimi hikâyeleştirmek, anlatıyı değerli kılmaya çalışmak, etkin anlatı yöntemleri kullanmayı gerektirir. Toplum içindeki farklı grupların bilimle kurduğu ilişki, bilimden beklentileri, bilime dair kaygıları ve deneyimleri farklılık gösterebilir. Buna karşılık tek tip bir iletişim yöntemi bu çeşitliliği karşılayamaz. Ayrıca bilimin kendisi de değişen koşullara göre yeni sorumluluklar üstlenir. Örneğin çevre krizleri, salgınlar veya etik tartışmalar gibi alanlarda klasik ve tek yönlü anlatıların yetersiz kaldığı görülür.
Kısacası hikâyeler ve anlatı teknikleri, bilimin kamuoyuyla paylaşılmasında daha esnek, daha duyarlı ve daha etkili yollar geliştirebilmeyi sağlar. Toplumun katılımını, güvenini ve ilgisini güçlendirmek, yalnızca bilgi aktarmakla değil; bu bilgiyi nasıl sunacağımızı, nasıl demokratikleştireceğimizi ve nasıl dönüştürebileceğimizi planlamakla mümkündür.
Bilginin Eksikliği ve Geri Bildirim
Gazeteci Robert A. Logan’a göre; özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilim, tüm dünyada büyük bir hızla ilerledi. Atom çekirdeğinin parçalanması, antibiyotiklerin keşfi, uzay araştırmalarının başlaması gibi devrim niteliğindeki gelişmeler, bilim insanları arasında heyecan yarattı. Ancak bu ilerlemeler kamuoyunda aynı oranda etki uyandıramadı. Robert A. Logan bu durumu bilim insanlarının kamuoyuna doğru bir şekilde anlatamamasına dayandırdı. Bu nedenle bilim insanlarının sahip olduğu bilgilerin, halka daha anlaşılır ve açık biçimde aktarılması gerektiği düşüncesine vardı. BBC’nin Horizon belgeselleri üzerinden Logan’ın önerisi tartışmaya açılabilir. Çünkü bu belgesellerde bilimsel bilgi anlaşılır bir biçimde aktarılır. Ancak bu yaklaşımın da kamuoyunda ne kadar karşılığı olduğu şüphelidir. Çünkü bu tür belgeseller bilgi aktarımı bakımından faydalı olarak düşünülse de kamuoyu ile ilişki tek yönlü olur. Örneğin İngiltere’de nükleer serpinti sonrasında yapılan bir araştırmada çiftçilerin hayvanlarına dair gözlemleri, bilim insanlarının öngörülerinden daha doğru çıkmıştı. Bu durum bilim insanlarının da yanılabileceğini, halkın deneyimlerinin ise küçümsenmemesi gerektiğini ve onların deneyimlerinin dikkate alınması gerektiğini ortaya koydu.
Anlatıyı İkna ile Temellendirmek
Gazeteci Robert A. Logan’a göre Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan ekolojik, sosyolojik problemler ve getirdiği krizler bilime duyulan güveni ciddi bir biçimde sarstı. CFC gazlarının ozon tabakasına verdiği zarar, küresel ısınma, salgınlar gibi olaylar halkın bilimsel otoritelere yönelik şüpheciliğini artırdı. Bu dönemde tek yönlü bilgi aktarımının yeterli olmayacağı artık gün yüzüne çıktı. Robert A. Logan, bunun yerine ikna temelli anlatı tekniklerinin gerekliliğinden bahsetti. Robert A. Logan, bilim iletişimini sadece bilgi aktarımı ile değil, aynı zamanda ikna süreci olarak tanımladı. 26 Nisan 1986’da Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santrali patladı. Radyoaktif bulutlar Karadeniz bölgesine kadar ulaştı. Avrupa ülkeleri sebze-meyve tüketimi konusunda uyarılar yaparken, Türkiye’de dönemin yetkilileri, radyasyon tehlikesini küçümsedi. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, televizyonda çay içerek “Bakın hiçbir şey yok” mesajı verdi. Hiçbir bilimsel veri paylaşılmadan yapılan bu “ikna çabası” halkta bilimsel otoritelere karşı kalıcı bir güvensizlik oluşturdu.
Türkiye’de de pandemi sırasında aşı ve maske kullanımı, yalnızca bireysel koruma aracı değil, aynı zamanda vatani bir görev olarak sunuldu. Ancak iletişimin ikna temelli yapısı, kimi zaman bilim iletişiminin şeffaflığını zedelediği ve pazarlama teknikleriyle iç içe geçtiği gerekçesiyle eleştirildi. Tüm bu örnekler bilim iletişiminin bilime karşı olan toplumsal kabül ile ilişkisini göstermektedir. Bilim iletişimi için kullanılan araçların etik açıdan ve yöntemin niteliği bakımından gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Kamusal Katılım
2000’li yıllara gelindiğinde bilim iletişimi, halkla çok daha etkileşimli bir zemine kaymaya başladı. Alan Irwin & Brian Wynne tarafından kaleme alınan Misunderstanding Science? eserinde, kamusal katılımı sağlamaya çalışmanın bir gereklilik olduğu; halk ve bilim insanları arasında çift yönlü bir iletişim ortamı kurulmasının gerekliliği savunulur. Burada kilit kavram kamusal katılımdır. Bilim, artık yalnızca anlatılan bir olgu değil, tartışılan, sorular sorulan, ortaklaşa anlam inşa edilen bir süreç halini almıştır. Birleşik Krallık’ta düzenlenen GM Nation? adlı bilimsel etkinlik, bu yaklaşımın etkili bir örneğidir. GDO’larla ilgili kararlar alınmadan önce binlerce yurttaşın görüşü toplanmış, sadece veriler değil kamuoyunun kaygıları ve önerileri de dikkate alınmıştır. Türkiye’deki bilim şenlikleri, bilim kafeleri, TÜBİTAK Bilim Söyleşileri de kamusal katılımın yerel yansımalarını oluşturur. Böylece bilimsel bilginin meşruiyeti, halkın gözünde güç kazanırken, toplumsal güven de pekiştirilmektedir.
Katılımcılarla Anlamlandırmak
Birçok akademisyenin ortak çalışmalarıyla, JCOM’da yayımlanan Participatory Science Communication for Transformation (Dönüşüm için Katılımlı Bilim İletişimi )makalesine göre bilim iletişimi, yalnızca bilgi sunmakla sınırlı kalmamalı; aynı zamanda bilim üretiminin bir parçası haline gelmelidir. Katılımlı bilim modeli de, tam olarak bu anlayışla anlam kazanır. Bu modelde, kamuoyunun aktif katılımı ve katkısı önemlidir. Bilimin sınırlarını tanıyan ve farklı bilgi türlerine açık bir tutum sergileyen bu yaklaşımdan hareketle yürütülen Galaxy Zoo projesinde, binlerce gönüllü galaksileri sınıflandırarak bilimsel veri üretimine katkıda bulunmuştur. Buna bir başka örnek olarak Michigan’ın Flint kentinde su krizi verilebilir. Halk, resmî açıklamalara rağmen kendi musluk sularını analiz ederek kurşun kirliliğini ortaya çıkarmış, bu sayede bilimsel bilginin savunma amaçlı kullanılabileceğini göstermiştir. Türkiye’de kadınların ekolojik uygulamalara katıldığı projeler de bu katılımcı anlayışın yerel bir örneğidir. Son olarak toplumumuzu derinden yaralayan Güneydoğu Depremleri sırasında kamuoyunun açık platformlar aracılığıyla harita bilimcilerine konum verisi konusunda destek olmaları da güncel örnek olarak verilebilir.

Kolaj: Ege Pelin
Bilimin Toplumsal Dönüşümü
Sosyal Antropolojist Melissa Leach ve Ian Scoones’in ortak çalışması olan Mobilising citizens: social movements and the politics of knowledge (Vatandaşı Seferber Etmek: Toplumsal Hareketler & Bilgi Politikaları) eserinde bilim iletişiminin yalnızca bilgi akışını düzenleyen bir kanal değil, aynı zamanda etik ve epistemolojik bir sorgulama süreci olarak düşünülmesi gerektiği söylenmiştir. Bunun için bilimin toplumsal dönüşümü destekleyen bir mekanizma olması gerektiğini savunur.
Örneğin Güney Afrika’daki “Sıtmayla Mücadele” projelerinde, hastalık yalnızca biyolojik bir mesele olarak değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir sorun olarak ele alınmıştır. Yerel şifacılarla iş birliği yapılması, hastaların tedaviye katılımını güçlendirmiştir. Bu gibi durumlarda teknolojik araçların hemen kullanılması değil, sosyal bağlamı dikkate alarak yavaşlatılmış bir şekilde hayata geçirilmesi gerektiğinden bahsedilir. Böylece aceleci inovasyonun doğurabileceği eşitsizlikler ve yabancılaşma riski en aza indirilir. Tarım teknolojilerinin, yerel üreticilerin deneyimleriyle bütünleştirilmesi buna iyi bir örnektir. Bugüne dek tanıtılan bilim iletişimi modelleri, çoğu zaman Batı-merkezli bir bakış açısıyla geliştirilmiştir. Bu durum, yerel bilgi sistemlerini ikincil gören, hatta yok sayan bir anlayışa dönüşebilmektedir.
Özellikle sömürge geçmişine sahip ülkelerde, halkın bilgi birikimlerinin küçümsenmesi, bilim iletişimine olan güveni de zayıflatır. Bilimin sömürgeci etkilerden arındırılması yani dekolonizasyonu ise farklı kültürlerin, deneyimlerin ve bilgilerin birlikte çalışabileceği, daha adil ve yerelleşmiş bir bilim iletişimini mümkün kılar.
Peki Bugün?
Dijitalleşmenin yükselişi, bilim iletişimini köklü biçimde değiştirmiştir. TikTok, YouTube, Instagram gibi platformlar bilimsel bilginin yayılmasını hızlandırırken, aynı zamanda yanlış veya çarpıtılmış bilgilerin de büyük kitlelere ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu ortamda algoritmaların tık temelli çalışması, güvenilir bilimsel içeriğin görünürlüğünü azaltabilir.Bu nedenle bilim iletişimi, dijital okuryazarlık becerilerini geliştirmekle birlikte, platformların algoritmik dinamiklerini de dikkate almak zorundadır. Uzun süre bilim iletişimi yalnızca bilgi aktarımı olarak düşünülmüş, halkın duygusal motivasyonları ihmal edilmiştir. Oysa korku, umut, belirsizlik gibi duygular, bilimsel mesajların algılanmasında kritik rol oynar. Örneğin COVID-19 pandemisi sürecinde korku temelli mesajların kısa vadede etkili olduğu, ancak uzun vadede güvensizlik yarattığı görülmüştür. Bilim iletişiminin empati temelli bir anlatı kurması, halkla bağ kurmayı kolaylaştıracaktır.
Bilim iletişiminin şekillenmesinde ticari kaygılar da önemli rol oynar. Örneğin ilaç firmaları veya teknoloji devleri, kamu yararı gözeten mesajları, kâr odaklı stratejilerle gölgeleyebilir. Bilimin pazarlanması, kamusal güveni sarsabileceği için bu süreçlerin şeffaflığı mutlaka sorgulanmalıdır. Bilim iletişimi yalnızca ne söylendiğiyle değil, kim tarafından ve hangi çıkar çerçevesinde söylendiğiyle de ilgilenmelidir.

İllüstrasyon: Beyza Büyük
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.