Risk Toplumunda Bilim İletişimi

Yayın Tarihi: 8 Ağustos 2025
Toplam Okunma: 151
Okuma süresi: 8 dakika

-Aslı Şen

İllüstrasyonlar: Sıla Gündüz

Günümüzde karşılaştığımız risklerin yaratabileceği tahribatın ne kadar farkındayız? Tehlikede miyiz? Korkuyor muyuz? En önemlisi, gerçekten emniyette miyiz? 1944’te Almanya’da doğan Ünlü Sosyolog Ulrich Beck’e göre yaşadığımız toplum, geçmiş yüzyıllardaki toplumsal yapılardan farklı olarak “korku” ve “bilinmezlik” duygusunun egemen olduğu bir döneme evrilmiş durumdadır. Beck, bu dönüşümü “risk toplumu” olarak adlandırır ve 1989’da yayımladığı kitabıyla bu kavramı derinlemesine anlatır.

Beck’in yaklaşımına göre modernleşme tek bir dönemden ibaret değildir. Nasıl ki 19. yüzyılda modernleşme, kemikleşmiş tarım toplumunu tasfiye edip sanayi toplumunu ortaya çıkardıysa, bugün de sanayi toplumu modernliğin sürekliliği dahilinde başka bir biçime, yani risk toplumuna dönüşmektedir. 

Beck tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin ilk yarısını “klasik sanayi toplumu” olarak adlandırır. İkinci yarısının ise modernleşme, bilim ve teknolojik gelişmelerin hızlı bir şekilde ilerlemesi ile “risk toplumuna” dönüştüğünü söyler. 

Risk her dönemde vardı ancak Beck’e göre sanayi toplumuyla birlikte risklerin boyutu, içeriği ve etkileri tamamen değişti. Tarım toplumunda karşılaşılan riskler genellikle yerel, sınırlı ve öngörülebilirdi. O dönemde insanlar açlıkla veya kıtlıkla mücadele ediyordu. Bugün ise düzenli endüstriyel üretim, açlığı azaltırken yerini küresel çapta sorun teşkil eden daha tehlikeli belirsizliklere bıraktı.

Sanayi toplumuyla birlikte maddi refah artışı, kapitalizmin büyüyen sermayesi ve teknolojinin hızı, çok boyutlu ve öngörülemez riskleri de beraberinde getiriyor. Bu riskler yalnızca bireyleri değil, tüm insanlığı etkileyen küresel sonuçlar doğurabilecek, saatli bir bomba gibi kapımızda bekliyor.

Christoph Kolomb’un Amerika’ya yaptığı keşif yolculuğunda aldığı risk sadece kendisini ve mürettebatını ilgilendiriyordu. Ancak günümüzde nükleer bir kazanın, radyoaktif bir sızıntının, biyogenetik bir müdahâlenin sonuçları yalnızca bir ülkeyi değil, tüm dünyayı geri dönülmez şekilde etkileyebilecek bir güce ulaşmış durumda. Teknolojinin hızlı ve kontrolsüz gelişimi, üretimin artışı ve medyanın toplumlar üzerindeki etkisi, riskleri bireysel olmaktan çıkarıp küresel bir tehlike haline getiriyor. Kanada’daki bir felaket İskandinavya’yı etkileyebiliyor, atmosfere yayılan çeşitli kimyasal gazlar, asit yağmurları hâlinde geri döndüğünde tüm dünya tehlike altına girebiliyor. Sanayi toplumunun üretim süreçleri yalnızca mal üretmiyor, aynı zamanda risk de üretiyor.

Beck’e göre modern toplumda yaşamak artık başlı başına riskli bir kavramdır. Çünkü klasik sanayi toplumunun tahmin edilebilir ve düzenli yapısının yerini belirsiz bir dünya alıyor. Bu belirsizlik içinde yaşamak, insanlarda korku ve endişeyi büyütürken güvende olma ihtiyacını da artırıyor. Tıpkı teknolojik gelişmelerin yarattığı tehlikeler gibi bilimin büyüsü de böyle bozuluyor. Risk toplumunda, bilim insanları da ürettikleri bilginin doğurabileceği tehlikeleri denetleyemez hâle geliyor. Örneğin biyoteknoloji, hastalıkların tedavisi için çığır açıcı çözümler üretirken aynı zamanda genetiği değiştirilmiş organizmaların ekolojik dengeyi bozma riski veya biyolojik silahların geliştirilmesi gibi ciddi tehditleri de beraberinde getiriyor. Beck, risk toplumunda bilimin paradoksunu şöyle açıklar: “Modern toplum, riskleri üretirken aynı zamanda onları denetleme vaadinde bulunur; ama bu riskler öngörülemez ve kontrol edilemez hâle gelir.”

2015 yılında hayatını kaybeden Ulrich Beck, belirsizlikler ile baş başa kalan risk toplumu insanlarının, geçmiş yıllarda yaşadığı pandemi sürecine şahit olamamış ancak ortaya attığı “risk toplumu’’ kavramı ile kendisi sık sık atıfta bulunulan bir isim olmuştu. 2019’da Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan, tüm dünyanın etkilendiği ve 7.010.681 hastanın hayatını kaybettiği Koronavirüs pandemisi, yakın zamanda küresel çapta yaşadığımız en büyük virüs salgınıydı. 

21. yüzyılın başında bilim ve teknolojinin sağladığı ilerlemeler, sağlık alanında büyük umutlar vaat ediyordu. Antibiyotikler, aşılar, genetik mühendislik… Tüm bunlar hastalıkları yok edebileceğimizi düşündürüyordu. Ancak bir virüsün Çin’in bir şehrindeki hayvan pazarından çıkıp, haftalar içinde dünyanın dört bir yanına yayılması, küreselleşmenin ve modern teknolojilerin ulaştığı risk boyutunu gözler önüne sermişti. Haftalarca evlerimize kapandığımız, yakınlarımızı kaybettiğimiz bu zorlu süreçte bilim insanları tedavi, aşı ve bilgi üretmek için mükemmel bir hızda çalışıyorlardı. Hepimiz televizyon karşısında olan biteni dinliyor, korku ve endişe ile yazılı medya ve sosyal medyadan süreç hakkında bilgi almaya çalışıyorduk. Ancak medyada sık sık değişen açıklamalar, dezenformasyonun artması ile doğru bilgiye ulaşımın zorlaşması, evrimleşen virüs haberleri, çelişkili önlemler, halkın gözünde bilimsel bilginin istikrarlı ve güvenilir imajını zedeledi. Pandemi sürecinde bilim insanlarına ve kurumlara duyulan güven dünya genelinde sarsıldı. İnsanlar aşıların etkili olup olmadığına, virüsün nereden çıktığına, alınan önlemlerin işe yarayıp yaramadığına dair derin bir şüpheyle karşı karşıya kaldı. Fakat resme büyük çerçeveden bakıldığında, bilim her ne kadar riskleri üretse de bu riskleri fark edebilmemiz ve yönetebilmemiz için yine bilimin kendisine ihtiyaç duyuyoruz.

 

 

Bir Yin Yang gibi sorunu da çözümünü de içerisinde barındıran bu durumun üstesinden gelebilmek için ise bilim iletişimi her zamankinden daha önemli hâle geliyor. Risk toplumunda iletişim ne kadar şeffaf yapılır ve toplumla arasındaki mesafe empati yoluyla kapatılırsa, karşılaşabileceğimiz belirsiz tehlikelerle baş etme yöntemlerimizi de o kadar hızlı ve etkili geliştirebiliriz. Riskler her dönemde var olmuştur ve var olmaya devam edecektir; bu sebeple bilim iletişiminde hem risklerin kendisi hem de bu risklere karşı alınabilecek önlemler topluma açık ve anlaşılır bir şekilde aktarılmalıdır. Örneğin; nükleer enerji, modern toplumlara önemli katkılar sunarken aynı zamanda ciddi riskler de barındırır. 

Düşük karbon salımı iklim değişikliğiyle mücadelede bir araç olarak öne çıkar ve kesintisiz, yüksek miktarda elektrik üreterek modern yaşamın ihtiyaçlarını karşılar. Ancak dezavantajlarına gelindiğinde 39 yıl önce yaşanan Çernobil Faciasından bahsetmek daha doğru olacaktır: 26 Nisan 1986’da Sovyetler Birliği’nde, Ukrayna’nın Pripyat kenti yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nde meydana gelen patlama dünyanın en büyük nükleer kazalarından biriydi. Reaktör patlaması sonucu oluşan radyoaktif serpinti yalnızca Sovyetler Birliği’ni değil, Avrupa’nın büyük bölümünü etkileyerek yüz binlerce insanın tahliye edilmesine ve çevresel kirliliğe yol açtı. Yıllar süren sağlık taramaları ve araştırmalar, özellikle tiroid kanseri başta olmak üzere radyasyona bağlı hastalıklarda yıllarca etken rol oynamıştı. Nükleer enerji ve hayatımızda öngörülemeyen tüm risk kaynaklarının yararları ve tehlikeleri konusunda şeffaf bir iletişim yürütmek, halkın karar alma süreçlerine katılımını güçlendirir ve güven ortamını pekiştirecektir.

Bilimsel yöntemler bugün riskleri tümüyle ortadan kaldırmakta zorlanıyor olabilir; ancak bu risklerin fark edilmesi, ölçülmesi ve yönetilmesi yine bilimsel düşünce ve etkin bilim iletişimi sayesinde mümkün olacaktır. Dünya nüfusu hızla artarken beslenme, sağlık, enerji ve barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanabilmesi için bilim ve teknolojinin gelişmesi bir zorunluluktur. Tarımsal verimlilikten modern tıbba, yenilenebilir enerji kaynaklarından iletişim teknolojilerine kadar pek çok yenilik, insanlığın artan ihtiyaçlarını karşılamak için gereklidir. 

Bilim iletişimi, toplumla bilim arasındaki mesafeyi azaltırken bizlere düşen en büyük görev ise medya okuryazarlığıdır; çünkü toplumun doğru bilgiye erişebilmesi, kaynakları eleştirel süzgeçten geçirebilmesi ve yanlış ya da eksik bilgilere karşı direnç geliştirebilmesi, bilim iletişiminin etkili olmasını ve toplumsal güven ortamının oluşmasını sağlar. Bu ortamın oluşmadığı senaryo ise risk toplumunda karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin getirilerinden daha büyük olcaktır. 

Bilim ile toplum arasındaki mesafenin artması yalnızca bireysel belirsizlikleri değil, toplumsal düzeyde korkuyu, sahte bilimi ve komplo teorilerini besleyerek daha büyük risklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu nedenle bilim iletişimi yalnızca bilgiyi aktarmak değil, toplumu ortak bir paydada buluşturarak risk toplumunda gerçek bir emniyet duygusu yaratmak adına en güçlü araçtır.

E-Bülten Kaydı

Gelişmelerden haberdar olun.

Yorum Yazın