Sanat mı, Algoritma mı? Yapay Zekâ Çağında Özgünlük
Dijital çağda sanat ve tasarım tartışma konusuyken, yapay zekâ bu dönüşümün neresinde kalıyor? Teknoloji, sanatçının özgünlüğünü tehdit mi ediyor, yoksa yeni kapılar mı açıyor?
“The Illustrator – 100 Best From Around the World” adlı kitapta dünyanın en iyi yüz illüstrasyon sanatçısından biri olarak gösterilen Ethem Onur Bilgiç ile popüler kültürden nasıl beslendiğini, illüstrasyonun sanattaki yerini ve yapay zekânın üretim süreçlerine etkisini konuştuk. Batman ve Joker gibi ikonik karakterleri yeniden yorumlayan Bilgiç, bizlere yeni perspektifler sundu.
Ozan Günel: Öncelikle bizi kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederiz, hoş geldiniz. İllüstratör denildiğinde akla ilk gelen isimlerdensiniz, bu yüzden ilk olarak yaratım sürecinize dair bir soru sormak istiyorum. Popüler kültür yaratım sürecinizi nasıl etkiliyor? Çizgi romanları, filmleri vb. tüketmek eserlerinizde nasıl bir fark yaratıyor?
Ethem Onur Bilgiç: Tabii ki besleniyorum. İyi bir film izlediğimde, hikâyesinden bağımsız olsa da başka şeyler öğreniyorum. Veya iyi bir oyun oynadığımda da kafamda farklı şeyler canlanabiliyor. O yüzden elimden geldiğince kitap okurum, film izlerim, çizgi roman takip ederim. Şu sıralar ana akım işlerden koparak daha özgün olduğunu düşündüğüm tek ciltlik çizgi romanlara yöneldim. Ama fırsat buldukça hepsini takip etmeye çalışıyorum. Beni besleyen şeyler aslında işimle aynı yörüngede ve bu durum hoşuma gidiyor.
O.G: Artık çok fazla içerik üretiliyor ve bu noktada farklılaşma sağlayanın sevgiden öte bir şey olduğunu düşünüyorum. Sizce farklı olmayı sağlayan yetenek mi emek mi?
E.O.B: Kendi adıma konuşacak olursam, bir tasarım gözünün olması bu alanda bir şeyler üretebilmek ya da sunabilmek için önemli. Örneğin hayatınız boyunca afiş üreterek para kazanmak istiyorsanız, hâlihazırda afiş üretebiliyor olmanız lazım. Belki maddi getirisi olmayan işler yapabilirsiniz. Mesela sevdiğiniz yönetmenler için iş üretirsiniz, yollarsınız. Yönetmen değer verir veya vermez, önemli olan sizin kendi işinize değer vermeniz. Sürekli üretmek, iş üretme pratiği kazandırır ve bu tasarım alanında çok önemli. Çünkü bizim gözümüzü eğiten, üretimlerimize gelen yorumlar. Birileri sizi yorumladıkça kendinizi geliştirirsiniz. Okuldan bir hocam, “En iyi iş, bitmiş iş.” derdi. Çünkü bitirirsen o fikir kafandan çıkar. Ben kendi arkadaşlarımda da görüyorum, herkes bir şeyler yapmak istiyor ama hiçbir şey yapmıyor.İyi veya kötü bitirebiliriz ama gün sonunda her işin ustalık eserimiz olamayacağının farkında olabilmeliyiz.
O.G: Sizi çok etkileyen, “Sinema, çizgi roman böyle bir şeymiş” dedirten işler nelerdir?
E.O.B: Sinema olarak Stanley Kubrick’in bütün işleri denilebilir. Özellikle “Eyes Wide Shut” filmi. Böyle zor bir hikâyenin bu şekilde anlatılması beni çok etkiledi. Akira Kurosawa’nın “Seven Samurai” ve “Run” filmleri benim için bambaşka bir seviyede. Suspiria’nın yeniden çekilmiş hâli anlattığı mitoloji ve akıcılığıyla kafa açıcı. Çizgi romanlarda da Güngezgini’ni çok seviyorum. Gipi’nin bütün çizgi romanlarını severim. Otomo’dan “Akira” benim için başka bir seviyede. Moebius’un çoğu işini seviyorum. Saydıklarım çok klasik ama yeni işleri de takip ediyorum.
Deniz Benzer: İllüstratörler arasından sizi neyin ayırt ettiğini düşündüğümde aklıma gerçekçi ve lekesel çalışmalarınız geliyor. O lekelerin arka planı, kullandığınız uyumlu renkler gerçekçiliği yansıtış biçiminiz. Sizce afiş işlerinizin ön plana çıkma sebebi daha gerçekçi bir çizim tarzına sahip olmanız mı?
E.O.B: Ben rahat hissettiğim ve gözüme güzel gelen işler yapıyorum. Kariyerimin bir yere gelmesinin sebebi düzenli iş üretiyor olmam. İnsanlar, senin için rahatça “Bu işi Ethem yapabilir” diyebilmeli. Bir işi yapabileceğini göstermeden kimse sana iş vermez. Gerçekçi çizme konusunda da ne kadar gerçekçi çiziyorum bilmem ama desenimi geliştirmek için çabaladım. Gerçeklik desenin getirdiği bir şey. Yaptığın bir işi bozabiliyor olmak da desen gerektirir. Sedat Girgin adında deforme iş yapan bir arkadaşım var. Deforme bir stil kullanır ama deseni çok iyidir ve bazen bilerek bozar. Bir çizerin yaptığı işi bilmeden bozduğunu ben anlayabiliyorum. İşimizi seviyorsak bunları geliştirmeliyiz, sonra istediğin stile gidebilirsin.
Dağınıklılık ve lekeler konusunda da, ben öyle bir insanım, temiz iş yapamam. Okul döneminde de temel sanat ödevlerinde temiz geçişi yapamıyordum. Öyle bir eğitimim, disiplinim yok. Elim bir şeye çarpar, fırçadan bir şeyler damlar ve ben bunun üzerine gitmeye çabalarım. Zaten fırçadan bir şey damladığında ekstra bir fırça daha vururum ki daha da dağılsın ve bir tarza dönüşsün. Biris baktığı zaman “Bu bir hata değil, kendisi istemiş.” diyebilsin. Üretim sürecinde temiz olamıyorum, dağınıklığı seviyorum.
D.B: Teknoloji geliştikçe dijital kalemler üretilmeye başlandı, illüstrasyon uygulamalarına her geçen gün yeni araçlar ekleniyor. Teknoloji geliştikçe bu dağınıklık tek tuşla temizlenebilir duruma geldi. Bu anlamda cihaz/çizim teknolojilerinin yaratıcılığı kısıtladığını düşünüyor musunuz?
E.O.B: Bu kişiyle alakalı bir durum. Bazıları temiz sevebilir. Bazılarıysa teknik çizim yapabilir. Şahsen ekspresyonist insanlardan çok etkileniyorum. Mesela Vincent van Gogh kendi döneminde değer görmüyordu ama şu an hepimiz değer veriyoruz. Çünkü zihni, fırça darbeleri çok güçlü ve bize yansıyan rahatlığı hoşumuza gidiyor. Diğer türlü kasmaya başlıyorsun. Benim teknik çizim gibi yaptığım reklam, ajans işleri var. İllüstratörüm ve iş geldiği zaman böyle işler de yapıyorum ama sıkılıyorum. Rahat çizmek daha ben olmamı sağlıyor. O yüzden bu kişiyle alakalı bir durum ve ortaya çıkan işe bakmak lazım.
D.B: Çizime yeni başlayan, tarzı oturmamış öğrenciler için bu araçlar avantaj mı dezavantaj mı?
E.O.B: Bence bu bir avantaj. Teknolojiyi takip etmek gerekiyor. İşini hızlandırıyorsa ve daha doğru yapmanı sağlıyorsa takip edilmeli. Ben de bazen Procreate kullanıyorum. Perspektif çizerken oranı hesaplamak için toolları kullanıyorum. Bu beni hızlandırıyor ve günümüzde hızlanmak önemli. Ne kadar hızlanırsan, o kadar üretebiliyorsun. O yüzden bana ruhu öldürüyor gibi gelmiyor ki zaten ruhu senin katman gerekiyor. Herkes Procreate’de iki perspektif noktasını koyup, çizgiler atabilir. Önemli olan ona ruh katmak ve bu noktada kendini eğitmek. Bu yüzden ressamlara, geçmişe bakmak gerekiyor. İyi çiziyorum artık bitti gibi bir şey yok. Yıllar içinde çizimim de kullandığım malzemeler de çok değişti.
Sıla Gündüz: Sanat eserlerinizi incelerken “Ölümden Sonsuzluğa” ve “Salkım Söğüt” eserlerinizi gördüm. Tarzınızın yıllar içerisinde değiştiği çok rahat bir şekilde gözle görülüyor. Bu değişim ve gelişim sürecinde ürettiğiniz eserlerden hangilerini benimsediniz?
E.O.B: Tabii ki de sevdiğim işlerim var. Söylediklerini de seviyorum.“Salkım Söğüt” kısa bir animasyon, onu da seviyorum ama onu bugün yapacak olsam bambaşka yapardım. Yıllar içinde değişiyorum. Mesela, Asya’da yapılmış bir “Ölüm Maskesi” görmüştüm ve ondan etkilenip “Ölümden Sonsuzluğa” işini yaptım. Görüyorum, merak ediyorum, araştırıyorum ve üretiyorum. Gelecekte ne yapacağımı da bilmiyorum. Bu yüzden bir sanatçının “Bu işim tam anlamıyla oldu” demesi bana doğru gelmiyor. Çünkü her işimde kendimden daha fazla şey veriyorum ve öğreniyorum. O yüzden sevdiğim ama ustalık işim diyebileceğim bir işim yok.
S.G: Çizim karakterinizi oturturken nasıl bir süreçten geçtiniz ve bu değişimlerin nasıl farkına varıyorsunuz?
E.O.B: Eskiden kâğıda çiziyordum sonra Wacom ile çizmeye başladım. Photoshop’ta farklı fırçalarım vardı. Bir ara bilgisayarım çöktü, hepsi gitti. Ardından ben yeni brush seti oluşturdum. Sonra iPad’e geçtim. Onun fırçalarını kullanmaya başladım. Bu şekilde değişebiliyor. Kimse yanlış anlamasın. Bazen piyasaya bakıyorum ve kendim gibi işler görüyorum. O zaman kullandığım şeyin kullanıldığını ve yeni bir şey bulmam gerektiğini anlıyorum. Farklı bir noktaya gitmek için çabalıyorum. Mesela bazı dergilerin kapaklarını yapıyordum ama zamanla hep aynı şeyi yapıyorum gibi hissettim. Bu yüzden dergi sahibini arayıp “Artık çalışamam, ben burada kendimi öldürdüğümü düşünüyorum.” dedim. Belki birkaç günlük iş ama yaratıcılık yok. O zaman rahat hissetmiyorum ve başka şeyler denemeye başlıyorum. Bir tasarımcı, konfor alanında durmamalı. Konfor alanı seni öldürür, aynı işleri yapmaya başlarsın. Günümüzde çok iyi çizerler, tasarımcılar var.
Hayatını konfor alanında geçirirsen eskirsin.
Umut Yiğit: 2016 senesi civarlarında Hababam Sınıfı’ndan Şener Şen’in “Ben bu yaz neredeydim?” repliğini kullanarak bir tasarım yapmıştınız ve bu çizim Twitter’da dönüyordu. Çizim tişörtlere ve kupalara basılmıştı ve siz de bunlara tek tek cevap veriyordunuz. Telif konusundaki düşüncelerinizi sormak istiyorum.
E.O.B: O dönemler çok boş vaktim vardı ve Twitter’ı insanlarla iletişim kurup derdimi anlatacağım bir yer sanıyordum ama öyle değilmiş. Bu yüzden herkese cevap vermeyi bıraktım. Telif meselelerinde ise anlaşılmayan durumlar var. Birinin işimi alması, basması beni mutlu eder ama işimi alıp benden habersiz bir şekilde kupaya basmışsa bu hoş olmaz. Ben işi bunun için yapmadım ve sen işi metalaştırıp, para kazanıyorsun. İnsanlar da “Şener Şen’den izin aldın mı?” diyor ama bu bambaşka bir tartışma. Twitter bu tartışmalar esnasında benim için çok öğretici oldu. Twitter’da herkes aynı puntoda yazıyor ama kimsenin uzmanlığı yazmıyor. Mesleki bir tartışma olduğu zaman tartışalım tabii ki bu değerli olur ama en sonunda “Sen de Şener Şen’den izin aldın mı?” sorusu gelince neyi tartışıyoruz diyorum. O tartışmaları insanlar bilinçlensin diye götürmeye çalışıyordum ama artık bunu yapmıyorum.
U.Y: O dönem size “Siz de ne yapıyorsunuz, foto manipülasyon yapıyorsunuz” gibi yorumlar geliyordu. Bu yorumlar hâlâ geliyor mu yoksa konu kapandı mı?
E.O.B: Ekşi Sözlük, Twitter gibi mecralarda hakkımda bir şeyler yazan hep var. Bunları görmemek gibi bir şansım yok. Nefret var ve hep olacak. Tarih boyunca büyük isimlere neler söylenmiş. Onların yanında söylenenler gayet iyi kalıyor. Bir iş üretirsen herkes yorum yapar. O yüzden yorumları takmayı bıraktım. Ben işimi yapayım, değer verilir veya verilmez. Kendimi anlatma gereği duymuyorum. Bu tür tartışmalar da genelde sağlıklı bir yere gitmiyor.
D.B: Sizce İllüstrasyon bir sanat mı yoksa tasarım mı?
E.O.B: Tasarım değil ama tasarım elemanı. Direkt tasarım olarak kullanabiliriz ama sanat demek bana açıkçası garip geliyor. Ressam bir resim çizer ve sen ona sanat dersen o sanat ürünü olur. Mesela Van Gogh, yaşadığı dönemde hiçbir eseri sanat adı altında yayımlanmadı ama o öldükten yüzyıllar sonra sanat eseri oldu. Bence bu senin yapamayacağın, birilerinin sana atfetmesi gereken bir şey. Fotoğraf, illüstrasyon, tipografi hepsi benim için tasarım elemanı.
D.B: İllüstrasyon mesaj vermesi gerektiği ve reklam sektöründe kullanıldığı için sanattan daha ayrı bir yere koyuyorlar ama bir yandan da sanattakine benzer bir estetik, üretim süreci görüyoruz.
E.O.B: Çok iç içe geçmiş kavramlar. “İllüstrasyon nedir?” diye çok soruluyor. İllüstrasyon bir metnin görselleştirilmesidir. Bir tipografik düzenleme yaparsan bu da bir illüstrasyondur. Kafalar karışık ve neyi sanat diye tasvir edeceğimizi bilmiyoruz. Ressamlar da çizim yapıyor, sonra uzunca yazarak anlatıyor. Örneğin Yurdaer Altıntaş’ın yaptığı işler, orijinallerini asarsak ben sanat eseri derim ama o sanat eseri olarak yapmadı. O yüzden net şeyler söyleyemem.
D.B: Resmin ve grafiğin bölümleri var ama illüstrasyona dair bir kurumsallaşma yok. Grafik tasarım mezunu olarak eğitim hayatınızda böyle bir bölümün olmaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce illüstrasyon adı altında bir bölüm kurulmalı mı?
E.O.B: İllüstrasyonda bir şeyi görüp görselleştirebiliyorsan bunu herhangi bir tarzda yapabilirsin. İyi bir desenin ve tasarım bilgin varsa illüstratör olursun. Bunun için dört yıllık bir bölüme gerek yok. Göz terbiyesinin iyi bir seviyede olması yeterli. Mesela Sedat Girgin ve Furkan Nuka Birgün. Onlar, endüstriyel tasarım mezunları ama tasarım bilgileri oldukça iyi olduğundan ötürü çok iyi kompozisyonlar kurabiliyorlar. O yüzden net bir bölüm olsun demiyorum ama bir tasarım eğitimi alınmalı. Mimar Sinan’a ilk girdiğimde ilk projem “self-promotion” projesiydi. Yaptığımda üst sınıflar gelip “Hocalarımıza illüstrasyonu nasıl kabul ettirdin?” dedi. Çünkü bu bir önyargıydı. Herkes hocalar nasıl iş yapıyorsa ben de öyle yapmalıyım diye düşünüyordu. Ben ilk kez illüstrasyon yaptığım için çok şaşırmışlardı. Günümüzde ise öyle değil, daha popüler. Dünyada ve ülkemizde çok iyi iş yapan insanlar var. Bu yüzden bir şeyi seviyorsan orada kendi tarzını bulmalı ve buna devam etmelisin. Bu son derece önemli bir husus.
D.B: Sizce bugün, grafik alanında illüstrasyon biraz daha mı kabul görüyor?
E.O.B: Eskiden stok görseller vardı. Bu görseller tasarımın birçok yerinde sıkça görülebiliyordu. Böyle tehlikeler vardı. Benim iş yaptığım dönemde bütün markalar özel görsel çizilsin istiyordu. Fotoğraf kullanmak istemiyorlardı. Özel bir arayış vardı. Bu durum da illüstrasyonu geliştirdi. Günümüzde ise yapay zekâ ile çok fazla üretim yapabiliyorsun. İyi bir illüstratör, iyi bir göz terbiyesine sahip olduğu için yapay zekâ ile bir şeyler üretebilir. Bu her dönem değişiyor. Gelecekte ne olacak bilmiyorum. Buna uyum sağlayıp ona göre iş yapmamız gerekiyor.
Nihal Akbudak: Artful Living ile “Tatlı Kabuslar” serginiz için yapmış olduğunuz bir röportajda; bir seminere gittiğinizi ve orada Ralph Steadman ile tanıştığınızı söylemiştiniz. Orada nasıl bir konuşma gerçekleştirdiniz?
E.O.B: Bana özel bir şey demedi. Kendi sunumunu yapıyordu. “Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması” kapsamında gelmişti. Biz okuldayken yemeğe iniyorduk ve bölüm başkanımız bizi gördü. Kimse söyleşiye gitmemişti. Hocamız da bizi zorla götürdü. Ben kimin söyleşisi olduğunu bilmiyordum. Ralph Steadman’da büyük bir illüstratör. Şans eseri gittim ve dinledim. Sunumda illüstrasyonun ne olduğunu anlatıyordu. Onu dinlerken “Benim aradığım, içimde olan buymuş aslında.” diye düşündüm. Hikâye anlatımı ve çizgisi beni çok etkiledi. Söyleşiden çıktıktan sonra eve gidip mürekkeple çizimler yapmaya başladım. Bu durum bir anda kafamın açılmasını sağladı. Üretime farklı bir motivasyonla devam ettim.
O.G: Çizgi roman dünyasında Spider-Man, Batman gibi karakterler uzun yıllardır tekrar tekrar çiziliyor. Sürekli çizilen ve süresizleşen bir karakteri farklı hallerde üretebilmek nasıl bir motivasyonla geliyor?
E.O.B: Batman o kadar farklı mı bilmiyorum. Sonuçta günümüzde geçen bir hikâye ve ben kendimce en sevdiğim Batman’i çizmeye çalıştım. Joker’de daha farklı bir durum vardı. Joker, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğu topraklarında Karaköy’de geçiyordu, o yüzden tasarımı bambaşka olmak zorundaydı. Orada tarih bilgimle, o dönemde yaşayabilecek bir tiyatrocu çizmeye çalıştım. Ne kadar olduğu ise okuyucuların takdiri. Mesela Metin Akdülger yazdı. Ertan Ergil Türkiye baskısını yapacaktı. Çizdim, yolladım ve bizim aradığımız karakter bu dediler. Bazen içinizden geldiği gibi yapmak iyi geliyor.
Baran Sönmez: DC Label, Comics Label adı altında Alex Ross, Dan Mora ve George Menes gibi adamlar farklı yerlerden ve aktivitelerden ilham alıyorlar. Özellikle DC Comics’e çizgi roman illüstrasyonları yaparken süreci nasıl gerçekleştiriyorsunuz?
E.O.B: İki karakterin hikâyesini de ben yazmadım. Mesela Batman The World’te o kadar çok araştırma yapmadım ama İstanbul’daki mekânları gezdim. Joker’in hikâyesi de Karaköy’de geçiyordu ve çok iyi bildiğim bir konum. Orayı da dolaştım ve detaylara baktım. Gerçek bir yerden bahsettiğimiz için bu tür araştırmalar çok önemli. Süreç bu şekilde ilerledi.
Batuhan Korkusuz: Bir briefin değerinin tasarıma katkı sunması açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerde bazen briefi anlamama ve reddederek kendi yaratıcılığını koyma durumu var. Bazen de brief yetersizliği gibi durumlar var. Bu sorunu aşabilmek ve brief yetersizse müşteriyi de doğru yönlendirebilmek için nasıl bir yaklaşım gerekiyor?
E.O.B: Biz tasarımcıyız, sanatçı değiliz. O yüzden briefi reddettim demek bence yanlış bir yaklaşım. Belki öğrenciyken daha rahat yapıyoruz ama iş hayatında yapamazsın. Bir insan sana bu yüzden geliyor ve bunun karşılığında para veriyor. Ne yapacağımızı en başından bilmeli, en iyi veriyi almalıyız. Tasarım tam olarak bu oluyor. Veriyi alırsın, sorunu görürsün, çözümü üretirsin. Aslında bunu iyi yönlendiren birini bulup senin yapman gerekiyor. Ben insanlara detaylandırarak fikir sunuyorum ve karşımdakini anlamaya çalışıyorum. Yurt dışında çalışırken iş dosya dosya detaylandırılmış gelirdi. Adamlar bir şeyi biliyor ve bir editör buna çalışıyor. Türkiye’de bunun için bir editör çalışmıyor. Mesela dergiler röportaj yapıyorlar, öz geçmiş göndermemi istiyorlar. Aslında onun araştırması lazım, o zaman bir değeri olur. Yoksa ben bütün bilgileri kopyala-yapıştır yapıyorum.
TASCHEN’de en önemli 100 illüstratör arasına girdim ama kimse bana bu konu hakkında bir şey sormadı. Yurt dışında Türkçe verdiğim röportajlardan bile çeviri alanlar vardı. Türkiye’de kolaya kaçılıyor ve bunun olmaması lazım.
B.K: Sanatçı ve Tasarımcı olarak iki farklı kimliğiniz vardır diye düşünüyorum. Peki bu kimlikleriniz ve tercileriniz arasında bir ayrım var mı?
E.O.B: Birinde kendime hesap verirken, birinde müşterilerime hesap vermek zorundayım. Tasarım yapıyoruz ve revizyon gelmesi kötü değil. Aldığım brief dışı bambaşka bir şey istendiğinde sinir olurum tabii ama diğer türlü revizelerde bir sözüm olmaz. Benim alanıma girmeyen bir revize verilmesi beni bozmaz. Bizim işimiz hesap vermeye ve ikna etmeye dayalı. Bazen afişin karşındakinin aklına yatmadığı için kabul edilmez ve senin orada işini anlatman gerekir.Tasarım yaparken her noktanın hesabını vermemiz gerekiyor. Çizim yaparken ise kendime hesap veriyorum.
Orada daha özgürüm ve daha katı olabiliyorum. O yüzden kendime yaptığım işlerle dışarıya yaptığım işlerin farkını hissedebiliyorum.
O.G: Günümüzde herkes her şey için yapay zekâ kullanıyor. Peki, kıyamet geldi mi yoksa bu sadece bir araç mı?
E.O.B: Bir araç tabii ki. Mesela geçen bir yayınevinin kapağını gördüm, kapak Midjourney tarafından yapılmıştır diyor. Peki buna kim prompt girdi, kim tipografi yazdı? Bunun söylenmesi çok saygısızca, sonuçta bunu kullanan biri var. Bir tasarımı iyi yapan sadece illüstrasyon değildir; tipografiyle uyumu, kompozisyonun uyum içinde olması da son derece önemlidir. O yüzden yapay zekâ işleri çok hızlandıracak ama bunların hepsi sadece araç. Sen algoritma giriyorsun, o da dataya göre hesaplama yapıyor. Yani senin düşünmediğin ve ona vermediğin datayı tamamlıyorsa bence yapay zekâ vardır. Diğer türlü yazılım, sistemden ibarettir.
Mustafa Burak Avcı: Kitap okumak, film izlemek, oyun oynamak gibi şeylerin sizi etkilediğini ve beslediğini söylemiştiniz. Yapay zekâ ile üretilmiş bir iş görmek üreteceğiniz illüstrasyonu etkiliyor mu? Fark etmeden yapay zekâdaki görsele kaydığınız oldu mu?
E.O.B: O kadar çok işimin ve çizimimin içine sokmadım ama kısa bir animasyon yapmayı düşünüyoruz, onun için yapay zekâya prompt girdim. Onun bana sunduklarını gördükten sonra tasarımlarım daha farklı bir yere gitti. Çünkü bu daha iyi bir anlatım diye düşündüm ve beni yakaladı. Çizimde kullanabileceğim bir gün gelebilir ama şu an o seviyede değil. Çünkü kusurlu ve bir devamlılık yok. Yaptığın işlerde bir devamlılığının olması lazım. Yapay zekâ günümüzde bu devamlılığı yakalayamıyor ama fikir verme anlamında destek sağlıyor.
Bu yüzden prompt girerim ve ne verebileceğine bakarım, sonuçta bunu da ben giriyorum. Dediğim gibi işimin içine katmadım ama belki bir seviyede katarım.
M.B.A: Yakın zamanda özellikle yazı konusunda yapay zekâ hakkında bir “telif hakkı” tartışması ortaya çıktı. Mesela Midjourney’e gidip “Ethem Onur Bilgiç’in şu eserini yeniden üret” dediğimde gerçeğine çok benzer bir eser sunabiliyor. Çizim noktasında üretilen işlerde telif sorunu yaşanacağını düşünüyor musunuz? Birilerinin sadece prompt girerek sizin bir işinizi elde etmesine nasıl bakıyorsunuz?
E.O.B: Yani alabiliyorsa alsın, bunun önüne geçemem. Önüne geçemeyeceğim bir konuda da dert edinmem. Muhtemelen telif sorunu olacak ve belli yasaklar gelecek. Geçenlerde bir DC çizeri birisinin yapay zekâ ile kendi işini ürettiğini görmüş. Aynı iş değil ama onun kompozisyonunda çekilmiş ve başka şeyler eklenmiş. Bunların tabii ki engellenmesi lazım ama karşısında da durmaya gerek yok. Yani gelen bir durum var, buna çok düşman olmamak lazım.
O.G: Bir filmde “O kadar çok görüyoruz ve bakıyoruz ki düşünmeye vaktimiz kalmıyor. İmajların da bir anlamı kalmıyor” diye bir söylem vardı. Bu sözden yola çıkarak sizce yapay zekâ ürünleri toplumsal alanda bir estetik anlayışı olur mu?
E.O.B: 1998’de Photoshop’u ilk açtığında oradaki filtre kısmında fotoğrafına baktığında çok etkileniyordun, şimdi oraya bakmazsın. Her şey değişiyor ve gelişiyor. Yapay zekâ iş üretiyor ama dediğim gibi doğru şeyi seçebiliyor musun? Geçen bir yönetmen arkadaşımız yapay zekâ ile filmine sahne yapmış, kullanabilir miyim diye düşünüyordu. Bazen baktığında sorunu göremiyorsun ama yapay olduğu anlıyorsun. Bir şeyi iyi yapan şey mantığı kurabilmen, sahneyi beğenebilmendir. Bu da zaman alan ve eğitim isteyen bir süreçtir. Mesela bir müzeye gittiğimde resimlerdeki fırça darbelerine, çizimdeki detaylara bakarım. Bunlar beni besler ve etkiler. Yapay zekâ bu noktada hep sorunlu kalacak ve insanın üretime dokunması gerekecek.
D.B: Yapay zekâlara her geçen gün yeni özellikler ve toollar ekleniyor. Yapay zekâlar da artık Adobe programları gibi gelişmiş ve bir noktadan sonra uzmanlık isteyecek programlar olmaya doğru gidiyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
E.O.B: Uzmanlığa doğru gidecek. Senin ne istediğini bilmen ve onu seçebiliyor olman lazım. Mesela “Cyberpunk Warrior” yazarsam bir görsel elde ederim ama bu istediğim şekilde mi olur? Birbirinin benzeri işler çıkıyor ve bu bir noktadan sonra tatmin etmiyor. Dediğim gibi belli işlerde devamlılığın olmak zorunda, hikâye anlatman gerekiyor. Bu da tek görselle yapabileceğin bir iş değil. Tek bir görselde herkes mutlu ama onu filme dönüştürmek bambaşka bir olay. O devamlılığı sağlamayı başarırsan zaman kazanır, ucuza iş üretmiş olursun.
D.B: Freelance işler hakkında neler düşünüyorsunuz? Genel olarak belli başlı isimler var ve siz de onlardan birisiniz. İyi para kazandırabiliyor ama sömürüye de açık bir alan. Siz bu alanda iş yapmaya nasıl başladınız? Güncel koşulları nasıl görüyorsunuz?
E.O.B: Bence her meslek için aynı durum var. İş yaptıkça tanınır ve bir gelir etmeye başlarsınız. Benim de çok ucuza, çok kısa zamanlarda çok çalıştığım oldu. Sömürüldüğümü düşünmüyorum. Mesela büyük bütçeli bir işi hiçbir zaman bedavaya yapmadım ama hiç parası olmayan bir tiyatroya inandığım için bedava afiş tasarladım. İş üretmemiz, pratik yapmamız lazım ki tanınalım.
Ben hep freelance çalışmadım. Bir şirket/marka altında iki kere çalıştım. İkisinde de freelance halledebileceğim bir iş için her gün ofise gitmek çok saçma geldi. Ben o değilim ve bu yüzden freelance çalışmaya geri döndüm. Zaten üretim yaptıkça sizi buluyorlar, ayrıca her zaman yer olur. Mesela benim deneyimime güvenerek fazla bütçe istediğim bir işi yeni başlayan biri daha düşük bütçeyle halledebilir. O yüzden freelance iş bitmez.
U.Y: Sektörde belirli bir çevre var ama bu çevre dışında da potansiyeli, yeteneği olan çocuklar var. Sayı ve kapasite olarak yeterli alan olduğunu düşünüyor musun?
E.O.B: Konya’dan geldim ve İstanbul’a geldiğimde çevrem yoktu. Bu zamanla, ürettikçe oluşan bir şey. Sektörden insanlara kendini tanıttıkça oluşuyor. Mesela çevremle muhabbetimiz sardığı için arkadaş olmuşuzdur. Yoksa tanımadığım bir sürü illüstratör var. Gerçekten zamanla oluşan bir durum. Tabii biraz şans da var, zaman lazım. Bir de insanlar sürekli iş yaptığımızı sanıyor ama benim de iş yapmadığım veya az iş yaptığım dönemler var. Öğrencilerin böyle ortamlara girmesi lazım ki insanlarla tanışsınlar. Mesleki anlamda atik, insanlarla tanışmaya açık olmak lazım.
M.B.A: Size geldiğine çok şaşırdığınız ve sevindiğiniz bir iş oldu mu?
E.O.B: Batman geldiğinde olmayacak gibi geliyordu. Metal Gear Solid gelmişti, o proje olmadı ama çok heyecanlandıran bir işti. Büyük markalarla çalıştım. Turkcell ile “Futbol ne güzel şey” projesini yaptık. Büyük bir projeydi, tüm Türkiye’ye afişler asıldı. O proje beni o kadar heyecanlandırmadı. İyi para kazanacağın için mutlu oluyorsun ama Batman veya Joker gibi değildi. Bir noktadan sonra bütün paralı işler heyecanlandırmıyor. İşim ilk kez “Bant” dergisine basıldığında heyecandan kimseye söyleyemedim. O başka bir heyecandı ama zamanla biraz duruluyorsun.
D.B: Bant dergisi illüstratörleri neden bu kadar heyecanlandırıyor? Nasıl bir yapısı var?
E.O.B: Bahsettiğim yıl 2007 civarı. O dönem genelde dergiler fotoğraf kullanıyordu. İllüstrasyon kullanan dergi yoktu. İyi çizerler Bant dergisine çiziyordu. Ben de sanıyordum ki Bant dergisinde çizdiğimde kira, fatura gibi şeyleri dert etmeye gerek kalmayacak. Öyle değil tabii ama o dönem gördüğümüz tek mecra olduğu ve iyi çizerler de orada çizdiği için gözümde ayrı bir yerdeydi. Tek iş başvurusunda bulunduğum yerdi. Bant’ta çizmeye başladıktan sonra da başka dergiler beni gördü ve istemeye başladı. Böylece portfolyom oluştu.
B.K: Peki Galatasaray’a “GS Store” için iş yapmak nasıldı?
E.O.B: Güzeldi, işin başlangıcı daha komik. Turkcell’e iş yaptığım dönem Milli Takımlar için iş yapmıştım. O dönemde de Milli Takımın başında Fatih Terim vardı. Önde formalar arkada Fatih Terim olan bir portre yapmıştım. Galatasaray Kulübü web sitemizden bu görseli almış, üzerine kötü bir font ile “Doğum Günün Kutlu Olsun İmparator” yazarak paylaşmışlar. Ben bunu görünce “Keşke benden isteseydiniz, size kaliteli halini atardım. Niye benim işimin üzerine böyle kötü kötü dokular attınız” gibi bir serzenişte bulundum ve inanılmaz bir linç yedim. Sonra beni Sokrates’ten aradılar ve Galatasaray’ın bana ulaşmak istediğini söylediler. Meğerse ben tweet atmadan önce iş teklif etmek için bana ulaşmaya çalışıyorlarmış. Kulüple konuştum, beni stadyuma davet ettiler. Gittim görüştüm ve iş birliği sağladık. Sonrasında başka işler de yaptım. En son “Mauro İcardi” çalışmasını yaptım. Manchester United maçı için yaptığım iş de şöyle oldu. Cumartesi gece Sokrates’ten arkadaşım Fatih aradı. “Pazar günü bir çizimi yapman lazım, Pazartesi takım uçakla gidecek, takıma motivasyon olsun diye uçağa koyulacak yapacağın çizim.” dedi. “Fatih bu iş yetişmez, ne yapacağız?” dedim. Sonra hızlı revizelerle en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım ve güzel oldu.
N.A: Desen eğitimi aldığımızda her şey çok realistik ilerliyor ve belli bir kalıba sıkıştırılıyoruz. İllüstrasyon tarzına yönelmeye başladığımızda da belirli bir şey deforme etmekte zorlanıyoruz. Bu durumu aşamada nasıl bir şey önerebilirsiniz?
E.O.B: Ben tersini düşünüyorum. İyi bir desenin, gölge, anatomi bilgin olursa daha doğru deforme edersin. Mesela Sedat Girgin, çok iyi bir deseni ve sanat bilgisi var. Aynı zamanda araştırmayı sever. Dediğim gibi iyi bir desenin varsa estetik bir deformasyon yaratırsın. Daha işin başındasın devam ettikçe kendi yolunu bulacaksın. Olmasa bile bir şeyleri boz ve toparla, tekrar dene. Mesela havaya çizme, sevdiğin yönetmenler için iş yap. O zaman yaptıklarını bir zemine oturtursun.
U.Y: Geldiğiniz için teşekkür ederiz.
E.O.B: Davetiniz için ben teşekkür ederim.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.