Edirnekapı Kuş Pazarı
-Mustafa Burak Avcı

İllüstrasyonlar: Şirvan Kopçuk
Saat sabahın yedisi, Edirnekapı metrobüs durağından yürüme ile on beş dakika mesafeye, Kuş Pazarı’na gidiyoruz. Mezarlıktan aşağıya dosdoğru salındık tabii. Sağanak yağmur ensemize vura vura Surdibi’ne kadar geldik. İki masalı küçük bir börekçide ağzımıza iki lokma atalım dedik ki Cemşit Abi ile tanıştık orada. On dört senedir işletiyormuş bu dükkânı. Çayımızı doldururken sorduk Abimize. Adını duyduk gelelim dedik ama varlığından bile emin değildik kuş pazarının. Anlattı bize. Amma da köklüymüş bu pazar. Zamanında Kale’de perşembe günleri kaçak kuruluyormuş. Polis de rahat vermiyormuş kuşçulara. Oradan Topkapı’ya geçmişler. Perşembe günleri kuralım pazarı demişler. Bu sefer de esnaf yapışmış ensesine kuşçuların. Çok pislik yapıyorlarmış esnafa göre. Yeni kurulan pazar da kaçakmış eskisi gibi. On bir sene zorlamışlar şanslarını şöyle böyle. Şimdi Edirnekapı’da yer tutuyorlarmış.
Nerden baksan burada da bir on beş sene devirmişler. Çayımızı yudumlarken, uyardı Cemşit Abi bizi. Cüzdanınıza dikkat edin, çok dikkat çekmeyin, kimseye babalanmayın diye. İşimiz olmaz ama birazcık tırsmadık değil gitmeden. Neyse koyulduk tekrar yola, koymuştuk bir kere kafamıza. Yollar daraldı, tekinsiz bir hal aldı. Marketler bakkallara, apartmanlar gecekondulara döndü. Sonra aradığımız yeri bulduk. Altay Spor Kulübü, bir de beyaz tenteler. Tam surun dibinde, antrenman sahasının yanında ne esnafın ne de polisin rahatsız edebileceği, pisliğinin dert olmayacağı güzel bir yer bulmuş kuşçular. Yağmurun altında sırılsıklam olmuşuz, elimiz yüzümüz donmuş ya, girelim bir tentenin altına diye kapıya doğru koşturduk. Yirmili yaşlarda iri yarı bir genç kesti önümüzü. Zaten gerile gerile gelmişiz, “Buyur abi” dedik, çözüldük karşısında.
Bilet sordu bize. “Nasıl yani, ne bileti?” dedik şaşkınlıkla. “Tezgâh açacaksanız yüz liralık bilet, tezgâh dolaşacaksanız yirmi lira” dedi. Çıkardık verdik parasını; barkodlu, seri numaralı biletleri tutuşturdu elimize. Söğüşlendik mi bilemedik, devam ettik pazara. Pazar hayal ettiğimizden küçüktü ama nerden baksan yol boyu, otuz kırk tezgâh vardı yan yana. Tezgâhları gezmeden bir abi çağırdı bizi yanına. Herhâlde anladı buranın yabancısı olduğumuzu. Giyimimiz, şeklimiz, tavrımız yabancı geldi gözüne. Yanaşır yanaşmaz sordu Cihat Abi, “Almaya mı geldiniz bakmaya mı?” Bir anlık boşlukla almaya dedik nedense. Bizi hemen yan tezgâha yönlendirdi. Kötü bir başlangıç yapmış olsak da çok yardımcı olacaktı bize. Hayır yani memlekette Türkiye Güvercin Federasyonu varmış, adam da orada üst düzey yetkiliymiş. Çok sonraları öğrendik. Nerden bilelim biz seni Cihat Abi?
Neyse yan tezgâhta Coşkun Abi ile babası karşıladı bizi. Dediler ki; “Nerde bakıyorsunuz güvercinleri, kümesiniz var mı, teneke mi, yapılı mı?” Valla biz teneke ne yapılı ne bilmiyoruz ki abi, diyemedik tabii ki. “Yeni başlayacağız güvercin işine.” dedik. Gözlerinden ışıklar saça saça anlattı bize. Yeni başlayacaksanız ala oyuncu almayın, paçalıya para harcamayın, güzel yer yapın sokağa koymayın. Pahalı güvercin alırsanız elinizden kaçar. Bak elimde bu var şu var derken iş bir anda bir takım güvercinim iki yüz liraya geldi. Para konuşunca soru soran bizler sustuk tabii. Düşünelim biz biraz abi, yeni geldik dolaşalım dedik. Tam ayrılacağımız esnada bir soru kaçıverdi ağzımdan; “Abi takım dediğin ne oluyor?” diye. Adam bir şaşırdı. “Hani güvercin bakmadın anladık, hani heves ettin alacaksın ona da tamamız, ama takımı bilmiyorsan ne diye alacağım diyorsun” demesin mi! Sitem eşliğinde bir süre devam eden diyalog, monoloğa dönüştü, arkasından da bir suskunluk çöktü. Öylece baktık gözlerinin içine. Elini uzattı tezgâha. Çekti çıkardı iki tane güvercin. “Bak bu dişi, bak bu da erkek. İki tanesi yan yana gelince takım oluyor.” dedi. Sersemliğimizden bir miktar kızarınca da tatlıya bağlamak için çay içer misiniz diye sordu bize. Olur abi içeriz. “O zaman çay alıp gelin” dedi. Valla gittik aldık geldik. “Şimdi pazara bakınmaya devam edin.”
Boynumuzu büküp başladık gezmeye. Ama pazar ne pazar var ya. Türlü türlü güvercinler. Paçalar o biçim. Kızılı, beyazı, grisi; postası, alası, taklacısı neler neler… Kuş Cenneti falan hikâye. Herkes ekmeğinin peşinde. Var bir tezgâhta otuz kırk güvercin, sanki tezgahçılar kuşlarla tablolar çizmiş, öyle bir çeşitlilik. Herkes müşteri yakalama derdinde. Şakalar, muhabbetler, espriler havada uçuşuyor. Kimse gökten boşalan yağmura aldırış etmiyor. Biz de etmeyelim dedik daldık iyice pazarın iç kısımlarına. Orada, ismi gibi hayat dolu Hayati Abi’nin tezgahına geldik. Adam tezgahına bir güvercin koymuş, kuşların dinozorlardan evrimleşerek günümüze kadar ulaştığını kanıtlar nitelikte. Hem kocaman bir güvercin hem de bir ayak var kuşta, zannedersin pati. Bu paça falan da değil, bayağı bildiğin pullu pullu, gövdesi kadar ayak. On bin liraymış kuşun teki. Şaşırmadık da. Abi dedik, peki bu nedir? “Timsah ayaklı Dinyeper” dedi bize.
Timsahla hakikaten bir akrabalığı var gibi. Aklım hayalim durdu. Oradan girdik tabii sohbete. Bir şeyler de öğrendik önceki tezgâhta, bilgimiz arttıkça sorular da daha isabetli oluyor haliyle. Nasıl oldu bilmem ama özel hayatına geldi konu Hayati Abinin. Özel hayatı dediğim de hiç evlenmemiş ama güvercinlere aşıkmış. Zamanında bir posta güvercini olmuş Abimizin. Yatağının başında beslermiş kuşu. Kafesi de yokmuş. Tabi küçükten alıştırmış kendine. “Evde gezer dolaşırdı, tuvalet yapacağı yeri bile bilirdi.” diyor kuş için Hayati Abi. Dedim ismi neydi kuşun? İsmi yok dedi. “İnsan âşık olduğu kuşa isim vermez mi Abi?” dedim. “Ya elimden kaçarsa diye duygusal bağ kurmayayım kuşla dedim”.
Haklı mı? Haklı. Gene de bugüne kadar isimsiz gelmesi şaşırttı bizi. Posta güvercini arada cama tıklatıyormuş, kızanlığından sonra. Hayati Abi “Camı açıyordum uçuyor gidiyordu, iki üç hafta sonra geliyordu geri camıma” diyor. Yani posta güvercinlerinin zeki olduğunu biliyorduk ama bu kadarı da abartıymış. Bir gün gene bırakmış bu kuşu aynı şekilde. İki sene gelmemiş. İki sene sonra da evden bakkala giderken gelip omzuna konmuş. İki koca sene yani. Dedik Abi emin misin aynı kuş olduğuna. Dümdüz bembeyaz bir güvercin sonuçta. Hani karışır mı? Sinirlendi bize. “O benim her şeyimdi. Tabii ki tanırım. Kokusundan, gözünden, bakışından.” dedi. Ama bu iki sene çok yıpratmış Hayati Abi’yi. “Rakıya yemin etmiştim. Masalara düşürdü beni bu kuş.” diyor o zamanları anlatırken. Şimdiyse seviyeli bir ilişkileri varmış, hâlâ. Fotoğrafl arını gösterdi bize. Hastalık mı bu iş bilmem ama farklı bir tutku. Akıl sır ermez valla. Adamlarla dünyayı algılama şeklimiz farklı.
Neyse, Hayati Abi’ye müşteri gelince müsaade istedik. Sıranın dışında kalan, tentenin bile altına kabul etmediği bir tezgâh gördük. Daha çok baraka gibi duran, suntadan bir dış hat çekilmiş, üzerine mavi muşamba atılmış tezgâhın sahibi, İlhami Abi. Çok bilgili bir adam. Güvercinin dışkısından hastalığını anlayabilme gibi bir yetisi varmış. Gerçi her tanıştığımız güvercinci böyle söylemişti bize. Fakat İlhami Abi’nin farkı alternatif tıp. Dışkı görünce hastalığı anlıyor, eline kalem kâğıt alıp reçetesini yazıyormuş. Tahsilinden değil alaylı olmasındanmış bilgisi. Çatısında ala güvercin beslermiş abisi, küçüklüğünden beridir. Bugün de İlhami Abi evladına devrediyor bu vasfı. Tezgâha geldik, oğluyla tanıştırdı hemen bizi.
Güvercinlerle ilgilenmekten okulunu aksatıyormuş. “Matematiğe çalışacağına güvercin anatomisine çalışıyor.” dedi İlhami Abi, oğlu için. Ondan satıyormuş ala güvercinlerini. Yoksa hiçbirisini ayırmazmış birbirlerinden. Sabah yem akşam sevgi verirmiş onlarla. Geçen tezgâhtan aklıma takıldı sordum İlhami Abi’ye de. İsim verdin mi abi kuşlara?
Yani benim gözüm gibi baktığım herhangi bir hayvanım olsa isim koyardım diye düşünüyorum. Yokmuş isimleri bu gariban kuşların da. Ala 1, Ala 2, Alamsı 3 (kırmaymış), Ala 4 … Ala Baş 10 diye fi nalde noktayı koydu Abim. Ama onu farklı yapan şey güvercinlerle ilgili fi kirleri. Küçüklüğünden beri posta güvercini besliyorlarmış aslında. İftihar ediyor zekâlarıyla posta güvercinlerinin. Öyle bir zekâ ki İlhami Abi’ye göre güvercinlerin dini inancı, milli görüşleri ve sosyal yaşantıları varmış. İlhami Abi şöyle düşünüyor; İkinci Dünya Savaşı esnasında dünyanın kaderi tayin ediliyormuş. Hani atom bombaları düşüyor, insanlar ölüyor, azot salınımı falan. Posta güvercinleri de bir araya gelmiş. Biz de bu dünyada yaşıyoruz, bir karar vermemiz lazım gidişata demişler. Kimileri faşist olmuş, Nazileri desteklemiş; kimileri pasifi stmiş, ben karışmam demiş; kimileri de toplu hâlde uçarak Marksist bir tutum sergilemiş. Sırtlarına bağlamışlar bombaları, zaten az ömrümüz var demişler dosdoğru uçmuşlar uçak motorlarına. Abi kuş niye intihar etsin ki diye sorunca hemen sinirlendi, “Sen devletin, milletin, fi kirlerin için ölmez misin?” diye İlhami Abi. Valla argüman güçlü. Nerden biliyorsun milli görüşleri olduğunu ki sen, dedim. “Millî görüşü olmazsa neden motora girsin ki?” dedi. O dakikadan sonra sustum, dinledim. Neyse, işin şakasında gibiydi ama çok da inanarak anlattı.
Bu yüzden barışın sembolüymüş güvercin. Savaşı bitirdikleri için. Demokrat güvercin çoktu herhâlde dedim, karşılık olarak. “Aferin anlıyorsun beni.” dedi. “Hisli hayvanlar” bu güvercinler gibi bir yere geldi konu. İlk evcilleşen hayvanlardanmış İlhami Abi’ye göre. Mesajımızı taşımışlar, postacılık yapmışlar, insan medeniyetine katkıda bulunmuşlar. “İsyanlar güvercinle çıktı, savaşlar güvercinle kazanıldı.” dedi bize. Düşününce amma da haklı. Kim bilir posta güvercinlerinin hafızası olmasa, işlerini yapmasalar nasıl bir dünyada yaşardık. “Fransız İhtilali bile bir posta güvercinin paçasındaki mesajla başladı.” diyor bize. Kafamızı açtı, hakkını verdik. Bu sırada bizle konuşurken gelen giden oldu sürekli. Facebook’ta da çok tanınıyormuş İlhami Abi. Ala Güvercin, oyuncu kuş tüccarı, güvercin tarihi uzmanı gibi isimlerle ün yapmış. Ala alacak olan İlhami Abi’ye gider olmuş. En sonunda ticarete girişince kapatmayalım dükkân önünü dedik, yol aldık biz de.
Sürekli bir bağırtı duymuştuk İlhami Abi’yle konuşurken; Filo Ahmet, Filo Ahmet diye. Dedik neymiş bu fi lo işi? Filo Ahmet sen misin dedik tezgahının başına gidip. “Filo yok, Fil Ahmet var.” dedi. Dedik abi biz yabancısıyız geziyoruz bakıyoruz. Anlatır mısın bu fi l işini, güvercin işini. Bir gün çok yüksek meblağa internetten cins bir yavru güvercin almış. Kuş bir gelmiş ki eline hastalıktan kırılıyor. Kıyamamış, ilgilenmiş güvercinle. Anlattığına göre güvercin iyileşmiş serpilmiş, sonunda fi le benzemiş. Adını Kral koymuş, nereye giderse yanında dolandırıyormuş. Şimdi nerede, dedim. Satmış yakın zamanda, ama fotoğrafl arını gördük. Gerçekten de normal bir kuş değil. Kocaman, iri yarı bir şey. Tavuğa daha yakın bir görüntüsü var. Sonra sustu, anlatmayı kesti bir anda. Biz de ne sorulur ne denir tam bilemedik. Duygusallaştı mı, konuşmak mı istemedi çözemedik. Yanımdaki arkadaşım Ege aramız açılmasın, ortam soğumasın diye hemen “Kuşlar çok güzel.” dedi. Adama bir enerji geldi bir enerji. Dediklerini bile takip edemedim. Cins cins saydı. Özelliklerini anlattı, fi yatlarını verdi. Hayatı boyunca bu ânı beklemiş sanki. Dinle Allah’ım dinle. Yetişemedim bilgi akışının hızına. Allak bullak oldu kafamız. “Mardin taklacıdır, şöyle paçası vardır.” Çok güzel abi. “Bak bunlar Mısır, kafalar kocaman, gözleri şöyle.” Çok güzel abi. “Bak bu oyuncu, tak ipi uçur oynasın.”Vay be abi. “Bak bu posta, çok hisli hayvandır.” Duyduk abi. “Bak bu Dinyeper, evine koydun mu çocuğun olur.” Ha? Evine koydun mu, çocuğun mu olur? Orada bir duraksadı akış. Dinyeper, İslam kültüründe doğurganlıkla eşleştiriliyormuş. Çocuğu olmayanlar alır evine koyarmış. Bir de bakmışlar ikiz üçüz doğurur bulurlarmış kendilerini. Tutamadım kendimi sordum; denendi mi abi, diye. “Yok kardeşim denenmedi.” dedi bana. Biraz sert bir şekilde geldi cevap ama gerçekten merakımdan sorduğumu, gözümden anladı diye düşünüyorum. Toparladım hemen. Seni kastetmemiştim abi, hani yaşayanı gördün mü yoksa söylenti mi, dedim. “Benim için soramazsın kardeşim, namusuma laf falan, bozuşuruz bak.” dedi. Nasıl bir yerden aldığını soruyu, tam çözemedim ama arkasından cevabın gelmesi rahatlattı beni. “Çok gördüm kardeşim.” dedi. Bir çiftin dokuz yıl denemesine rağmen olmamış çocuğu.
Doktor da yönlendirmiş onları; “Başka çare yok, tüp bebeği deneyin siz.” diye. Bahsi geçen çiftin erkek tarafı da yükselmiş; “Hayırdır ne tüpü?” diye. Bunlar alternatif tıpta çözüm ararken abimizin bir dostu Fil Ahmet’in Dinyeper’lerinden bahsetmiş. Tutmuşlar Ahmet Abimin yolunu. Kuşu almışlar, tam üç ay sonra gebe kalmış kadın. “Dinyeper’in gücü” diye bitirdi lafı Ahmet Abi. Bilimsel olarak kendini nasıl temellendiriyor bu olay bilmiyorum ama, Allah’ın işi işte. Zaten niyeti, kısmeti duyunca temellendirmekten vazgeçtim kendimce. Filo Ahmet de evliymiş ama çocuk düşünmüyormuş. Tabii bu işler Facebook’tan dönüyor diye sayfa açmış kendine. “Fil Ahmet Kuş/Güvercin eve teslim” diye. Bir gün turist bir hanımefendiyle karşılaşmış. Turist hanım kuşlarla beraber fotoğraf çekilmek istemiş. Yengemiz de kurulmuş bu mevzuya. Ardından ayırmış yatakları; o günden beri güvercinlerle yatıyormuş Ahmet Abimiz. Çok derin konulara indik diye yolladı bizi.
Son durağımız da pazarın abisi, babası Horoz Halit’in tezgâhı oldu. Halit Abimiz pazarın en büyüklerindenmiş. Kendisi bizi kucağında Hollandalı bir tavuk ve tezgâhın tepesinde bekçilik yapan yaklaşık bir buçuk metre boylarında bir horozla karşıladı. Horozun adı Efe. Pazarda Halit Abi kadar sözü geçen bir figür. Yani tezgâhın tepesinde dikilen, çiftleştiği önünde çiftleşmediği arkasında bir horoz düşünün. Mesleği de dövüşmekmiş. “Çeçenler güreşte nasılsa, Efe de horoz dövüşünde öyledir.” Üstü yara bere, bakışları son derece keskin. Bunun sülalesi de dövüşten geçiniyormuş. Sadece anası babasının dört maç kazanmışlığı var. Efe de bu rekora doğru yürüyormuş. Şu an üç resmi maç kazanmış, sokakta yakaladığını silkeliyormuş. Bana doğrulttuğu pis bakışlarından biraz korkarak, bire birde yerim ben bunu diyince nasıl anladı bilmem kükredi üstüme, ters ters gözlerimin içine tutularak. Halit Abi de “Bir şey olmaz sev sen.” diyor. Abi elimizi vereceğiz kolumuzu kaptıracağız, yapma Allah aşkına. Çok da yanaşamadan tezgâha, sorduk; satıyor musun bunu diye. Fiyat merakı maksâdıyla. “Çocuğum gibi ama doğru parayı verene çocuğumu bile satarım.” dedi. Bu adam nasıl devasa bir kapitale dönüşememiş şaşırdım. Öyle bir yerden pazarladı bize horozu. Dedik, abi maksadımız bakmak. “He bakın.” dedi, aldı kucağına başka bir tavuğu, başladı sevmeye. Halit abi hem alıyormuş hem satıyormuş. Güzel bir çiftlik yapmış kendine. Ama aralarında tadını en sevdiği kazmış. “Kaz görünce dayanamıyorum iki günde bir kesiyorum, yiyorum” dedi. Hani pazardaki herkes aykırı ama Halit abi farklı biraz. Kafası zehir gibi ama sanki yanlış mesleği yapıyor. Gözümüzün önünde tanesi bin liradan on tane tavuğu fiyat kıra kıra üç bin liraya aldı. Bu adam bir de uluslararası ticaret okusa neler yaparmış kim bilir.
Efe’nin bir fotoğrafını çekebilir miyiz? “Fotoğraf yok videoya alın.” diyerek kattı başka bir horozla Efe’yi birbirine. Ama ne dövüş. Sen alttasın ben üstte. Sen vurdun, ben ittim. Ne zaman ayıracak diye bakıyoruz. Elindeki tavuğu seve seve izliyor Halit Abi. Bunları arada dövüştürmezsen “kubarıyorlar gardaççım” dedi. Vallahi deliriyorlarmış sinirden dövüşmezlerse. Cinsi böyleymiş. “Her horoz dövüştürülmez.” dedi bir de arkasından. “Ben bunun tahsilini yaptım.” Valla sen söylüyorsan doğrudur Abi, itiraz etmeyiz dedik. Muhabbet esnasında Pürmüz Abi ile de tanıştık. Fatih’in eskilerinden, kabadayılarındanmış. Yapmadığı iş, kesmediği racon kalmamış. Öyle de güzel bir Türkçe. Dizi karakteri gibi bir adam. Belki yetmişi var ama çınar gibi dimdik. “Hayırdır neye bakıyor oğlanlar.” diye geldi arkamızdan; “Horozların sinirini alıyordum ona bakıyorlar abi.”
“Hoş gelmişler pazarımıza.” dedi. Mahalleye katma değermiş bu pazar. Seveni de çokmuş, ekmeğini yiyen de. “Sizin gibi gençler geliyor tarihimizi öğreniyor, kültürümüzü görüyor bu pazarda.” Osmanlı geleneğiymiş güvercin bakmak, beslemek. Son derece sınıfsal bir eylemmiş. Rençberlerin bakmasına müsaade etmezlermiş. Saray ya da kamu görevlisi hobisiymiş. Beslediğin güvercinin kondisyonu saygınlık göstergesiymiş. “Bugün ise güvercin işini alt sınıfa bıraktılar. Terk ettiler kültürümüzü” dedi. “Ama biz sahipleneceğiz. Güvercinciliği bırakmayız kimselere.” diyerek bitirdi sözünü. Öyle güzel konuştu, öyle güzel anlattı ki. Ağzımızın suyu aktı karşısında. Önce çaya oradan pazarın meşhur köftecisine götürdü bizi. Buradaki köftenin tadı farklı. Biz ısmarlasak abi. Olmaz öyle şey. Köfte ekmek yüz lira. Kardeşlere bol koy. Nasıl istersen abi. Soğan, acı. Yeriz. Tamam koyuyorum. Ayran veriyor muyum abi? Ver ver. Yağmurda dinmedi. He valla. Buyurun afiyet olsun abi…
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.