Oyun Tarihine Yolculuk
Ece Nisa Güven, Fikriye Yılmaz
Çocukluğumuzda severek oynadığımız oyun ve oyuncakların ilk üretim amaçları oldukça farklıydı. Sosyal ve kültürel açıdan kitleleri etkileyen bu oyunlar, biz fark etmesek de üretildikleri ülkenin sosyal ve ekonomik durumunu yansıtıyordu. Günümüzde ise teknolojinin gelişmesiyle oyunlar çok farklı bir noktaya evrildi. Düştepe Oyun Müzesi müdürü ve yazar Orhan Bahtiyar’dan geçmişten günümüze gelen oyun ve oyuncakların hikâyelerini dinledik.
Fikriye Yılmaz: Merhaba, size dergiden biraz bahsettik. Biz dergide bir zaman çizelgesi oturtmaya çalıştık ve en başından, prodüksiyon tarafına kadar tüm süreci anlatmak istiyoruz. Bu zaman çizelgesinde ise siz en başta duruyorsunuz. Bu bağlamda tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak oyunları bize anlatır mısınız?
Orhan Bahtiyar: Bir kere oyuncak ile oyunu ayırmak lazım. Her ne kadar aynı gibi görünse de ikisi çok farklı şeyler. Oyuncakta kural yoktur, çocuğun hayal gücü o oyunun kendisidir. Fakat oyunlar öyle değil, oyunlarda kural var ve o kuralları koyan birileri var. O kuralları koyan kişilerinde o kuralları koyma sebepleri belli. Her oyun –bizim masaüstü dediğimiz oyunlardan bahsediyorum sokak oyunları hariç ki onlarında ayrı incelenmesi lazım- aslında bir kültür ve sanat politikası içerir. Oyunların daha eskisine gidecek olursak, oyunun doğuşu tarihin çok eski zamanlarına dayanır. Mesela eskiden Tibet’te yaşayan rahipler salıncaklar kurarmış. Bu salıncakların sebebi ise sallandıkça tanrıya daha da yaklaştıklarını ve yakın olduklarını hissederlermiş, salıncak kültürü buradan gelir. Mesela eskiden Hindistan’da insan kurban edilirmiş ve o insanı bulmak için bir rahip gözlerini bağlarmış, kalabalığın arasına dalıp rastgele birini seçermiş ve onu kurban ederlermiş. Körebe oyununun kökeni budur. Ayrıca kurban edilecek kişinin sırtına bir keçi postu geçirirlermiş, günah keçisi de buradan geliyor. Bunun oyunlarla çok alakası yok ama yeri gelmişken onu da anlatayım istedim.
Baktığımızda oyunların tarihi, doğuşu çok eskiye dayanıyor ve tarih içinde oyunlar, oyuncakları getiriyor. Oyunların birçoğu ülkelerin kültür, sanat ve eğitim politikalarıyla paralellik gösterir. Oyunun tarihi 1850’li yıllarda, Elizabeth dönemi dediğimiz dönemde koruyucu aşıların bulunması, teknolojinin gelişmesiyle çocuğun hayatının garanti altına alınmasıyla başlar. Endüstriyel oyun tarihinden bahsediyorum. O döneme kadar çocuğun, doğduktan sonra yaşayıp yaşamayacağı bilinmiyor. Çünkü salgın hastalıkları ve çocuk hastalıkları var. Fakat koruyucu aşılarla bu garanti altına alındıktan sonra entelektüel ülkeler, ‘Ben bu çocuğun hayal dünyasına ne katabilirim, çocuğu hayata nasıl hazırlarım, onu daha üst seviyeye çıkartabilirim’ diye düşünüyorlar ve oyunlar bu şekilde doğuyor. Dediğim gibi oyunlarda kurallar var ve bu kurallarda çocuğun gelişiminde ciddi etkisi olan kurallar.
“Oyun Müzesi’nin amacı, aileleri bir araya getirmekti”
F.Y. : Biraz burayla alakalı bir soru sormak istiyorum. ‘Her müzenin bir öyküsü var.’ diye bir cümleniz var. Bize bu müzenin öyküsünü anlatır mısınız?
O.B. : Bu müzenin öyküsünü şöyle anlatabilirim. Burası Ataşehir Belediyesi’ne ait. Bir gün Ataşehir Belediye Başkanı oyuncak müzesini ziyaret ediyor ve Sunay Akın’la karşılaşıyorlar. Daha sonra sohbet etmeye başlıyorlar, sohbet esnasında bizim oraya da bir oyuncak müzesi kuralım fikri ortaya çıkıyor. Fakat hoca stratejisini çok önceden belirlediği için kafasında oyuncak müzesi kurmak yerine bir oyun müzesi ve masal müzesi kurma fikri var. Bu yüzden başkana bir oyuncak müzesi yerine oyun müzesi kurmayı teklif ediyor ve burası belirleniyor, hazırlıklar yapılıyor. Bu arada buradaki koleksiyon dünyanın en zengin iki, üç koleksiyonundan bir tanesi. Görüşme 2014 yılında yapılıyor ve bir sene sonra müze açılıyor. Bu koleksiyon bir senede toplanmadı, Sunay akın yaklaşık on beş senedir bu koleksiyonu topluyor. Onun üzerine hızlanarak koleksiyonerlerden, antikacılardan, açık artırmacılardan toplanıp buranın koleksiyonu oluşturuluyor. Yer sıkıntısından dolayı sergilediğimiz parçalar kadar sergileyemediğimiz parçalar da var. Müze bu şekilde açıldı.
Müzenin amacı, neden kurulduğunu da cevaplamak gerekirse bizim buradaki niyetimiz aileyi bir araya getirmekti. Aileyi bir araya getirmekten kastım, aile evde bir arada olsa da onları bölen bir şey var, teknoloji. Eve geliyorsun, baba, anne, çocuklar hepsi bir yerlere geçiyorlar, hepsinin elinde telefonlar, tabletler var ve sıfır sohbet, sıfır paylaşım yapılıyor. Biz burada o insanları bir araya getirmeyi hatta bir üst jenerasyon olan dede, babaanne ile bir araya getirip kaliteli zaman geçirmelerini sağlamayı hedefleyerek bu müzeyi kurduk ve birlikte oyun oynasınlar istedik. Ne kadar gerçekleştirebildik derseniz tartışılır. Pandemi zamanına kadar her şey çok iyi gidiyordu. Tabii ki buranın belediyeye ait olmasının avantajları olduğu kadar dezavantajları var o da bürokrasi. Ben müzenin ne olduğunu önce belediyeye anlatmak zorunda kaldım ve hâlâ da anlatmaya çalışıyorum. Çünkü bu ülkede maalesef müze kültürü diye bir şey yok, Türkiye’de müze gezme ortalaması tahmini olarak ortalama yedi dakika. Bu süre bir müze gezmek için ne demek biliyor musunuz? Tabii ki çok uzun gezenlerle, girip çıkanların ortalamasını alıyorlar bu çok kısa bir süre. Önceden duyduğum bir şeyi anlatmak istiyorum. Bir alman ülkedeki bütün müzeleri gezmeye kalksa ömrünün on altı yılını müzelerden çıkmadan, müzelerde geçirir. Biz ise yedi dakikada bakıp çıkıyoruz. Dediğim gibi pandemiye kadar fena gitmiyorduk ama bürokrasi belimizi çok ciddi anlamda büküyordu ama ona da yapacak çok bir şey yoktu. Gül ve diken ilişkisi birazcık o da çünkü böyle bir müzeyi yaşatmak kolay değil.
Pandemi döneminde kapandık, pandemiden sonra ülkenin maddi şartlarının kötüye gitmesi gibi bir sürü etkenle beraber etkinliklerimiz yarı yarıya azaltıldı, azaltılmak zorunda kalındı ve bu bizi çok etkiledi. Biz burada Türkiye’nin en iyi atölyecileriyle çalışıyoruz ben özellikle onları bulup, görüşüp, buraya getiriyorum. Bizim her etkinliğimiz ağzına kadar doludur hiç boşumuz yoktur ama bu başarı mıdır emin değilim. Bu müzeyi çok daha farklı, uluslararası arenalarda tanıtmak isterdim ama bu şartlarda çok mümkün değil. Dediğim gibi biz bunu ne kadar başardık, benim ölçümle yüzde yetmiş beş başardık. Yüzde yüz olsa çok daha iyi olurdu.
Her kutu oyunu yapıldığı yılın ekonomik ve sosyal durumunu yansıtır.”
E.N.G.: Teknolojinin aileleri ayırdığını söylediniz. Teknolojinin gelişmesiyle geleneksel oyuna bakış açısı da biraz değişti. E-spor dediğimiz hem zihin olarak hem de bedenen insanı pasif hale getiren oyunlar çıkmaya başladı. Aynı zamanda e-spor gibi kavramlar biraz kabul ettirilmeye çalışıldı. Siz oyunun geldiği son noktayı nasıl değerlendirirsiniz?
O.B.: Ben bir oyun koleksiyoneri ve müze müdürü olduğum kadar aynı zamanda iyi de bir bilgisayar oyuncusuyum. Türkiye’nin ilk bilgisayar oyun programlarından birini ben yaptım. İyi bir oyuncuyumdur o tarafımda vardır. O yüzden iki taraf arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları çok net görebiliyorum.
Teknolojinin nereden başlayıp nereye geldiğini iyi yaşayan ve hisseden insanlardan bir tanesiyim. İnternet Türkiye’ye ben yirmi altı yaşındayken geldi ve bu bizim için çok farklı bir deneyimdi. İnternette oyun oynama diye bir fikir yoktu. O zaman internet sadece gezilecek, sohbet edilecek bir ortamdı ki nasıl kullanılacağını da kimse bilmiyordu. Fakat her şey öyle hızlı gelişti ki biz internetten oyun oynayamıyorduk ama Moda’da bir arkadaşımın evi vardı, oraya bir network kurmuştuk ve ben her hafta evden oraya iki bilgisayar taşıyordum. Ne yapacağız, oyun oynayacağız. Hatta ev biraz yarı bodrum gibiydi ve on sekiz-yirmi kişi vardı. Hatta camı tıklatıp, internet kafe sanıp, kaç lira diye soranlar oluyordu. O dönemler çok keyifliydi ve yine bir toplanma kültürü vardı. Çünkü internet üzerinden oynayamıyorsunuz, aynı ortamda bulunmak zorundasınız ve bu çok keyifliydi. İnternet üzerinden oyunlar yaygınlaşmaya başlayınca herkes kendi evinde kalmaya, discord üzerinden konuşmaya ve oyun oynamaya başladı. Evet, keyifli ama ben her zaman yan masamda birinin oturmasını, ona laf yetiştirmeyi bir yandan sohbet etmeyi isterim. Yine yapıyorsun ama yanında değil. Bu birlikte olma hissiyatını azaltan bir durum.
Aynı ekip biz Board Game’de oynuyorduk, Moda’da bir sürü kafeler var. Biz evlerde toplanıp board game oynardık, altı board game aynı anda oynanırdı. Teknolojinin bu anlamda faydası olduğu kadar zararı da oldu. Hem aileye hem arkadaş ortamına zarar verdi. Benim en son bir grup arkadaşım doğum günlerini online bir oyunda kutlayınca ben artık bırakmaya karar verdim. Çünkü gerçek dünyadan kopuyorsun. Ben yine de arada board game ve arada bilgisayar oyunu oynuyorum. Tabii kendimi daha çok kitap yazmaya verdim ve oyundan biraz uzaklaştım. Oyunun yeri bende her zaman ayrı ama ben bir yerden sonrasını, özellikle çocuklar ve ergen dediğimiz kitle için biraz zararlı buluyorum.
F.Y: 2000’lerden sonra dijital taraf büyük bir ivme kazandı ve çok ilginç yerlere geldi. Eski board gameleri artık bir avuç insan muhafaza ediyor.
O.B.: Eski board gameleri bile artık bilgisayar ortamlarına aldılar. E-spor konusuna gelince çok ciddi bir problem ve bu yüzden ölen çocuklar var. Haberleri belki duymuşsunuzdur bilgisayar başında açlıktan, epilepsi krizinden ölen çocuklar var. Son on yılda ben bu şekilde altı-yedi vaka hatırlıyorum. Belki çok değil ama neden birisi oyun oynarken ölsün ki? Oyun, oyun oynama kültürü tam tersi hayattan keyif almayı sağlayacak bir durum olmalı. Tabii işin ucunda para gidiyor. Mesela çocuklar oyunlarda kazandıklarını satmaya başladılar ve işin ticareti devreye girdi. Yapacak hiçbir şeyi olmayan çocuklar tamamen oyuna gömülüyorlar ve hayatlarını, geleceklerini mahvediyorlar. Dünyadan kopuyorlar ve gerçeklikten uzaklaşıyorlar. İşin dijitalleşmesi toplumsal hayata olduğu kadar insanın bireysel konfor alanına ve sağlığına zarar veriyor.
F.Y: Peki sizce eski masa oyunları bitiyor mu? Bana sanki yok olmaya yüz tutmuş gibi geliyorlar.
O.B.: Bu nerede yaşadığınıza bağlı bir durum. Kadıköy’e indiğiniz zaman Moda’yı gezdiğinizde, orada oyun oynayan insanları gördüğünüzde hâlâ oyun oynayanlar var diyorsunuz. Goblin Oyun Kulübü mesela. O yüzden masa oyunları bence bitmez ama yaygınlaşmaz da giderek küçülür. Belki de biter ama kaç sene sonra biter ve ben bunu görür müyüm bilmiyorum. Board game kültürü başka bir kültür ve ona sahip çıkacak insanlar her zaman olacaktır.
F.Y. : Fakat bizim nesil daha çok dijitali tercih edecek gibi.
O.B. : Biz yapabildiğimiz sürece ayda bir Monopoly akşamı yaparız, ailece masanın başına oturur Monopoly oynarız. Tabii Monopoly deyince bu doğru oyun mu o da tartışılır. Monopoly 1903 yılında Amerika’da değişen vergi sistemini halka anlatmak için tasarlanmış. Fakat Amerikan ekonomisi ile konjonktürler öyle paralel gitmiş ki son geldiği durum ‘orası benim, ver kiramı, onu aldım, bunu kestim’ gibi bir duruma gelmiş. Çünkü Amerika’da hayat böyle ve biz buna vahşi kapitalizm diyoruz. Aslında her kutu oyunu board game yapıldığı yılın ekonomik ve sosyal durumunu yansıtır. Çünkü her şeyi ona göre şekillendirirsiniz, insanlar dışarıda yapamadıklarını evde yapmak isterler ve oyunlar onlar için çok büyük bir avantajdır aslında daha doğrusu avantajdı. İnsanlar özdeşleştirmek istedikleri kahramanları oyunlarda bulurlardı tabii bunlar şimdi dijital oyunlara geçti.
E.N.G.: En merak ettiğimiz konulardan bir tanesi de ziyaretçilerin müzeye geldiklerinde en ilgilerini çeken oyun ve koleksiyon hangisi oluyor?
O.B. : Yaş grubu önemli bir etken. 1960’larda yapılmış bir uzaylı var. Amerika’da 51.bölge vardı ve burada bir video yayımlanmıştı. Uzaylı yatıyor ve ona otopsi yapıyorlar. Onun birebir oyununu yapmışlar. Uzaylı ortadan ikiye yarılmış, kenarda organları duruyor ve sen onu kesip, parça çıkarıyorsun. Çocuklar onu gördüklerinde oyuncağa yapışıyorlar bu çok ilginç. Uzay konsepti benimde ilgimi çeker ama neden Star Wars, Star Trek değil. Bir sürü şey var orada ama çocuklar gidip direkt uzaylıya yapışıyor. Belki renginden dolayıdır bilemiyorum. Daha yaşlı insanlar tabii kendi dönemlerinin oyunlarına ilgi gösteriyorlar. Kırk yaşının üzerine çıktığımızda herkes kendi zaman dilimine gidiyor. Aslında biz o müzede insanlık tarihini anlattık. 1850’lerden başlayıp 1990’lara kadar uzanan bir zaman çizelgesi var orada. Müzede ilk uçak icat edildiği zaman yapılmış bir kutu oyunu var. Kutu oyununu bir kenara at sadece kapağı bile bir sanat eseri değerinde. O yüzden her yaş grubunun ilgi alanları çok farklı.
“Bilinmeyenin olduğu yerde hayal gücü devreye giriyor”
E.N.G.: Bir röportajınızı okudum ve şöyle bir cümleniz dikkatimi çekti. Gelen kişilere mümkün olduğunca hikâyeleri anlatmaya çalıştığınızı, buranın sadece bakılıp geçilecek bir yer olmadığını söylüyorsunuz. Peki, sizin hikâyesini anlatmaktan en keyif aldığınız oyun veya koleksiyon hangisi?
O.B. : Bu en çok hangi çocuğunu seviyorsun gibi bir soru oldu. Çok ilginç hikâyeler var tabii ki. Şunu söyleyebilirim okullar buraya gelmek istediklerini söylemek için bizi arıyorlar ben diyorum ki siz gelmeyin önce öğretmenlerinizi gönderin. Ben burayı önce öğretmenlere anlatmak daha sonra ise onların çocuklara anlatmasını istiyorum. Çünkü benim yüz tane çocuğa orayı anlatmam mümkün değil zaten çocukların ilgisini çekebilecek bir pedagojik eğitimim yok, odaklarını sabitleyemem. Klasik olarak hiçbiri göndermiyor ve sonra gelip bizi gezdirir misin diyorlar. Tabii ki gezdiremem çünkü siz benim dediğimi yapmamışsınız. Tabii ben ne yaptım sevgili hocam olan Sunay Akın’ı stüdyoya soktum ve altı buçuk saat süren bir kayıt aldık. Bütün hikâyeleri ses kaydı alıp bir internet sistemi kurduk ve QR kod ile Youtube’un içine gömdük. Youtube dışarıya kapalı şekilde ve cep telefonunuzla QR kodu okuttuğunuz zaman Sunay Akın’ın sesinden hikâyeleri dinleyebiliyorsunuz ama tabii hepsini koymadık.
Çok hikâye var mesela yine Monopoly oyununa geleceğim. Bu oyunu Parker Brothers adında bir oyun şirketi üretiyor. Bu benim en keyif aldığım hikâyelerden biridir. 1942 yılında İngiltere’den bir firma geliyor ve biz bu oyunun İngiltere haklarını alıp İngiltere’de üretmek istiyoruz diyor. Ticari anlaşmalar yapılıyor ve bunlar oyunu üretip satmaya başlıyorlar. Bir süre sonra İngiliz gizli servisi geliyor ve bizde bu oyundan istiyoruz ama bizim istediğimiz şekilde üreteceksiniz diyorlar ve toplu bir üretim istiyorlar. Ciddi bir para veriliyor ve oyunlar onların istediği şekilde üretiliyor. Bu oyunlar Almanların elinde esir tutulan İngiliz askerlerinin ailelerinin kurduğu bir dernek vasıtasıyla esir İngiliz askerlerine oynamaları için gönderiliyor. Askerler ellerine ulaşan oyun kutularını açmaya başladıkları zaman her yüz oyundan bir tanesinin içeriğinin farklı olduğunu görüyorlar. O yüz kutudan bir tanesinin içinde harita, pusula, maymuncuklar var. Oyunu kullanarak esir kamplarından esirleri kaçırıyorlar. Hiçbiri göründüğü gibi değil çok zekice bir iş. Baktığın zaman Monopoly ama kaç kişiyi esir kampından kurtarmış.
E.N.G.: Peki şu oyunun atası diyebileceğiniz, sonraki süreçte şu oyunun çıkmasını sağladı diyebileceğiniz bir oyun var mı?
O.B.: Şuan çok pahalı olan ama bütün çocukların bayılarak oynadığı Legoların atası Anchor Stone Blocks (Çapa Taş Blokları) denilen bir oyundur ve ilk olarak 1810 yılında Almanya’da üretilmiştir. Bir kutusu on iki kg civarındadır çünkü kesme taş ve sıkıştırılmış kumdan imal edilmiştir. Çocuğun onu taşıması çok zor tabii. Albert Einstein’ın oynamaktan en keyif aldığı oyundur. Bu oyunun Amsterdam’da kulübü var ve 180 bin kayıtlı üyesi var. Yılda iki kez toplanıyorlar ve oyunun yeni versiyonuyla kuleler, katedraller vb. inşa edip böyle bir etkinlik yapıyorlar. O oyun şuan bizim Lego dediğimiz oyunun atası.
“Biz erkek çocuğa tabanca, kız çocuğa bebek veriyoruz sonra erkek çocuk büyüyor ve kız çocuğunu vuruyor”
E.N.G: Bir röportajınızda bu müze hakkında bu konseptle dünyada kurulan ilk ve tek müze diyorsunuz. Bu müzeyi diğer müzelerden ayıran ne, konsept nasıl bir fark yaratıyor?
O.B: Diğer müzelerden değil oyun müzelerinden ayıran konsept şu benim bildiğim kadarıyla diğer oyun müzelerinde sadece oyunlar var. Kimisi 80’li yılların bilgisayar oyunlarını, oyun makinelerini koyar kimi ise sadece board game koyar. Bizde ise endüstriyel oyunun etrafında sinema, tiyatro, kukla, masal kahramanları, televizyon, vahşi batı yani hayata dair ne varsa biz o oyunların etrafına ördük. Çünkü oyuncaklar, posterler, görseller, imzalı içerikler var. Stan Lee, Robin Williams’ın ıslak imzalı fotoğrafları var. Bunlar çok özel parçalar ve bu müzeyi özel kılan bu. Diğer oyun müzelerinde bunları göremezsiniz. Oyun müzesinde oyun olmalı gibi bir konsept var bizde ise oyun müzesinde oyunla bağlantılı, oyunu yaratan içerikler olmalı. Biz aslında oyunu sonuç olarak görüyoruz ama oyunun sebepleri var ve biz burada oyunun nasıl doğduğunu anlatıyoruz.
F.Y: Sosyal ve kültürel açıdan kitleleri etkileyebilmiş, sizin en büyük başarılardan diyebileceğiniz bir oyun var mı?
O.B: Monopoly. Onun haricinde mesela ilk havacılık oyunu var. Bu oyun insanlar uçağın ne olduğunu henüz bilmiyorken yapılmış bir oyun. Bilinmeyenin olduğu yerde hayal gücü devreye giriyor. Mesela Rusya’nın 1960’da yapılmış bir tane trafik simülatörü var ve bu oyun ileri geri vitesi, gazı, freni anlatıyor. Direksiyonu çevirdikçe araba dönüyor ve çocukların karşısına trafik ışıkları çıkıyor. Çocukların bu trafik işaretlerini bilip uyması lazım. Bana göre asıl çok etkili oyunlardan biri 1960’larda Almanya’da yapılmış, alman çocuklarına otomobilin nasıl üretildiğini anlatan bir oyun. Tabii BMW, Mercedes, Audi’yi o yapacak. Sunay Akın’ın bir lafı var, bizde erkek çocuğa tabanca, kız çocuğa bebek veriyoruz sonra erkek çocuk büyüyor ve kız çocuğunu vuruyor. O yüzden çocuğun önüne ne koyuyorsan ülke ileride o oluyor. İlk uzay, uzaylı oyuncağını Amerika Birleşik Devletleri yapmıştır ve uzaya ilk çıkan onlardır. Dediğim gibi çocuğun önüne ne koyuyorsan ülkenin geleceği o’dur. Çok net bir formüldür ve tartışmaya kapalıdır.
E-Bülten Kaydı
Gelişmelerden haberdar olun.